Abdülhamid Han’ın ‘intizamlı’ saray hayatı

A -
A +

Numan Aydoğan Ünal

 

İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü

 

 

 

Sultan Hamid’in en ehemmiyet verdiği şey, her işte olduğu gibi fevkalâde intizamdı. O devirde Osmanlı hükûmetinin hiçbir dairesinde, Mabeyin Başkitâbet’inin intizamını aramak ve bulmak mümkün değildi. Bu dairenin kapısından giren bir kâğıt, hiç kimsenin ehemmiyet vermeyeceği derecede âdi bir şey olsa bile derhal üzerine “saat ve dakika” işareti konulurdu.

 

 

 

 

 

Sultan Abdülhamid; üşenmeden, yorulmadan, bu yüzlerce evrakı gözen geçirirdi. Bunlardan icap edenleri, kendi yanında alıkoyar; lazım gelenlere ayrı ayrı cevap verirdi. 

 

 

 

“Evhamlı” diye iftira edilen Abdülhamid Han, gerçekte vakur ve çok cesur idi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eski bir İttihat Terakki mensubu, tarihçi, gazeteci-yazar Ziya Şakir’in, 1930’lu yılların gazetelerinde tefrika edilen makaleleri, daha sonra “Abdülhamid Han’ın Son Günleri” ismiyle neşredildi. Adı geçen kitaptaki bazı hususları dikkate şayandır.

 

Sultan Hamid'in en dikkate şayan hususiyeti, her gün hiç şaşmayan devamlı meşguliyeti idi. Bu meşguliyet, daha banyoda iken baş gösterirdi. Banyodan çıkan Sultan Hamid, sevgili hanımı Müşfika kadın efendi ve sadık kalfası Sırrıcemal kalfanın yardımlarıyla iyice kurulandıktan sonra, oradaki bir şezlonga uzanır, henüz gelmiş olan sabah gazetelerini uzun uzadıya ve büyük bir dikkatle gözden geçirirdi. 

 

Gazeteleri okurken, siyasi havadis ve haberlere katiyen ehemmiyet vermezdi. Çünkü bunların en mühimleri, hususi surette daha evvel kendisine arz edildiği için tekrar bunları okumakla vakit kaybetmek istemezdi. En ehemmiyetle okuduğu şeyler; dâhili havadislerle zabıta vakaları idi. Zabıta vakalarına ehemmiyet verdiği de sebepsiz değildi. Mesela; falan yerde bir cinayet, veyahut sirkat vakası olmuş, faili de ele geçmemiş. Sultan Hamid, derhal buna işaret koyardı. Artık her gün gazetelere bakar, o failinin bulunup bulunmadığına dair bir havadis arardı. Eğer üç beş gün aradan geçer de henüz failin yakalanmasına dair gazetelerde bir havadis göremezse, derhal Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa’yı saraya çağırır -dolaylı- sorguya çekerdi. 

 

Hünkâr, gazetelerini okuyup bitirdikten sonra elbiselerini giyinir; kendisine yardım ettiklerinden dolayı Müşfika kadın efendi ile Sırrıcemal kalfaya teşekkür eder; dar bir koridordan, nöbet odasının duvarına bitişik, küçük bir salona geçerdi. Ve nöbet odasının zilini çekerdi. Bu zilin çekilmesi; artık Sultan Hamid’in işe başlamış olmasına alâmetti. 

 

 

 

EVRAKLAR GETİRİLSİN!

 

 

 

Zil çekilir çekilmez, nöbet odasında bekleyen musâhiplerden biri, içeri girerdi. Sultan Hamid bu musâhibe “Evrakı getirsinler!” derdi. Musâhip, süratle nöbet odasına girer, beş on dakika, bazen de yarım saatten beri orada bekleyen başkâtibe, veyahut nöbetçi kâtibine ‘‘Efendimiz evrakı istiyorlar’’ diye haber verirdi. 

 

Sultan Hamid’in istediği evrak; bir gün evvel, ikindi vaktinden itibaren başkitâbet dairesine gelir ve bazen adedi yüzleri geçen resmî ve hususi “maruzat”tan teşekkül eden evrakın “mühim ve acil” olanları gecenin hangi saatinde olursa olsun Sultan Hamid’e arz edilirdi. Ancak, mühim ve acil olmayanları, başkâtibin masası üzerinde biriktirilirdi. 

 

Başkitâbet’e teslim edilen evrak, ister resmî ve ister hususi olsun; üzerine derhal saat ve dakika yazılırdı. Başkâtibin masası üzerinde, “resmîler” bir tarafa “hususiler” de diğer tarafa ayrılırdı. Sabaha karşı, her iki evrak kümesi, hülâsaten bir deftere kaydedilirdi. Ve Sultan Hamid uykudan kalktığı zamana kadar beklenirdi. 

 

Sultan Hamid, uykudan uyanıp da “harem kapısı”nın açılmasını emrettiği dakikada; bir gün evvel ikindiden itibaren o dakikaya kadar birikmiş olan evrak, kaydedilen hülâsa defteriyle beraber bir torbaya yerleştirilir. Başkitâbet dairesinde bulunan “etüv” makinesinden (dezenfekte cihazı) geçirilirdi. Başkâtip eğer izinli ise, nöbetçi kâtiplerinden biri bu torbayı alır, nöbet odasına gelir. Orada, Sultan Hamid’in banyodan çıkarak nöbet odasına geçip zil çekmesini beklerdi. 

 

Zil çekilip de musâhip vasıtasıyla haber gelir gelmez; başkâtip derhal huzura girerdi. Oradaki bir yazı masasının üzerinde torbayı açarak evrakı çıkarır; bu evrakın hülâsalarını ihtiva eden defteri, hünkâra takdim ederdi. 

 

Hünkâr, evvelâ bu deftere göz gezdirirdi. Kendince mühim gördüğü kâğıtlar varsa, evvelâ onları okumayı tercih ederdi. Sonra, sırasıyla diğerlerini isterdi. 

 

Sultan Hamid; üşenmeden, yorulmadan, bu yüzlerce evrakı gözen geçirirdi. Bunlardan icap edenleri, kendi yanında alıkoyar; lazım gelenlere ayrı ayrı cevap verirdi. 

 

Bu cevapları, kendi yazmazdı. Söyler, yazdırırdı. Ve, söyleyerek yazdırdığı bu cevaplar o kadar düzgün çıkardı ki, ekseriya başkâtip veyahut alâkadar kâtipler tarafından bunların bir kelimesini tebdil veyahut tashihe ihtiyaç kalmazdı. 

 

 

 

FEVKALÂDE İNTİZAM 

 

 

 

Sultan Hamid’in en ehemmiyet verdiği cihet, her işte olduğu gibi saray kitâbet dairesinde de fevkalâde intizamdı. O tarihte Osmanlı hükûmetinin hiçbir dairesinde, Mabeyin Başkitâbet’inin intizamını aramak ve bulmak mümkün değildi. 

 

Bu dairenin kapısından giren bir kâğıt, hiç kimsenin ehemmiyet vermeyeceği derecede âdi bir şey olsa bile, gene derhal üzerine “saat ve dakika” işareti konulur, son derecede muntazam olan evrak defterine kaydedilir, mutlak ve mutlak, Sultan Hamid’e verilirdi. 

 

Başkitâbet dairesinin bu intizamını, bizzat sultan Hamid temin ederdi. Çünkü, muhtelif vasıtalarla, sık sık kontrol ettirirdi. 

 

Aynı zamanda, kendisi de bu intizama fevkalâde riayet ederdi. Yanında alıkoyduğu evrakın işi bittikten sonra, bunları bir zarfa doldurur, zarfın üzerine kendi eliyle tarih, saat ve dakika yazar, imza yerine de “malûm” kelimesini koyar, en emin bir adamıyla başkâtibe gönderirdi. 

 

Muamelesi biten ve sarayda kalması icap eden kâğıtlar, “Evrak Hazinesi” denilen taştan yapılmış, demir kapılı, demir parmaklıklı, sağlam kilitli büyük bir odada muhafaza edilirdi. Yangın tehlikesinden masun kalması için, etrafı tamamıyla açık olan bu oda, Sultan Hamid’in otuz üç senelik saltanat hayatına ait bütün evrak ve vesaikin, hakikaten çok ciddi ve son derece muntazam bir hazinesi idi. 

 

Bu uzun ve derin düşünceli hükümdar, devletin en mühim siyasi hadisesinden, kendisine takdim edilen en basit ve sefil bir jurnal kâğıdına kadar büyük bir dikkat ve ehemmiyetle bütün bunları burada muhafaza ettirmişti. Mesela, yirmi sene evvel, herhangi bir meseleye ait olursa olsun, el kadar bir kâğıt parçasını arayıp bulmak, en nihayet on dakikalık bir işti. 

 

Tetkik edilecek evrak çok olduğu zaman, Sultan Hamid’in bu meşguliyeti bazen saatlerce sürerdi. Bu müddet zarfında, mütemadiyen kahve ve sigara içerek başını kâğıtlardan kaldırmayan hünkâr, çok tabiidir ki dimağında mühim bir yorgunluk hissederdi. Onun için bu işlerini bitirir bitirmez, bahçede hafif bir gezinti yapar, dimağ yorgunluğunu gidermek için kendi hususi marangozhanesine girerdi. 

 

 

 

MARANGOZHANEDE ÇALIŞIRDI 

 

 

 

Bu marangozhane, ikametgâhının arka tarafında, büyücek bir salondan ibaretti. Fakat Avrupa’dan getirtilmiş olan en kıymetli marangoz aletleri mevcuttu. Sultan Hamid, hakikaten bir hayli sanatkârane eserler vücuda getirmişti. Ve bunların hemen hepsini de şehzadelerine, Sultanlarına, yerli ve ecnebi dostlarına hediye etmişti. 

 

1897 Yunan Harbi başladığı zaman, Sultan Hamid pek endişeli ve heyecanlı günler geçirmişti. 93 Rus Harbinin mağlûbiyet acısını bir türlü unutamayan hünkâr, bu harpte de mağlûbiyet ihtimalini düşündükçe, artık hiçbir yerde durup oturamayacak hâle gelmişti. Fakat ordunun zafer haberleri tevâli etmeye (artmaya) başlar başlamaz artık son derecede neşelenmişti. İşini gücünü bırakıp marangozhaneye kapanarak yeni bir işe girişmişti. 

 

Bu yeni iş, baston yapmaktan ibaretti. Padişahın, marangozhaneye kapanarak birçok bastonlar yaptığını gören ve duyan saray halkı “Allah, Allah... Efendimiz, bu kadar bastonu ne yapacak, acaba?” diye, telaşa düşmüşlerdi. 

 

Harp, bir ay sürmeden bitmişti. Sultan Hamid, bu harpte yaralananların hemen hepsini İstanbul’a getirtmiş; muhtelif hastanelere yerleştirmişti. Yıldız sarayının karşısında geçici bir hastane yaptırarak bir kısmını da bu hastanede tedavi ettirmişti. 

 

Bir gün, bu hastaneyi bizzat ziyaret etmişti. Yaralı nefer ve zabitlerin karyolalarını birer birer gezmişti. Bunlara ayrı ayrı iltifatlarda bulunduktan sonra, bastonla yürüyebilecek kadar iyi olanların isimlerini tespit ettirerek, marangozhanesinde, kendi eliyle yapmış olduğu bastonları, bunlara hediye olarak göndermişti…

 

Ziya Şakir’in yukarıdaki yazılarından Sultan Abdülhamid’in devlet ve millet işlerinde ne büyük bir hassasiyet gösterdiği ve askerlerine de ne kadar çok merhametli olduğu anlaşılıyor. 

 

 

 

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'IN CESARET VE VAKÂRI                                                                                                    

 

 

 

Düşmanları tarafından “korkak ve evhamlı” diye iftira edilen Abdülhamid Han, gerçekte vakur ve çok cesur idi. Aşağıdaki iki hadise onun bu hususiyetlerini açıkça göstermektedir:

 

Amiral Sir Henry Woods, Dolmabahçe Sarayında bir bayramlaşma esnasında meydana gelen zelzelede şahit olduğu bir hadiseyi şöyle anlatıyor: 

 

“Ünlü İstanbul zelzelesi, böyle bir muâyede (bayramlaşma) sırasında oldu ve ben, Muâyede Salonu'nda idim. Sadrâzam ve nâzırlar tebriklerini arz etmiş, en kıdemli vezirlere sıra gelmişti ki, ortadaki muazzam avizenin zangırdadığını duydum. Baktım, diğer âvizeler de sallanıyordu. Büyük âvizeden büyük bir parça kopmuştu, teşrifat-ı umûmiyye nâzırı Vezir Münir Paşa'nın tepesine düşmek üzere idi. Zeminin, ayağımın altında gidip geldiğini hissettim. 

 

Japonya'da ve Güney Amerika'da pek çok zelzele görmüştüm. Zelzele olduğunu hemen anladım. Sıvalar düşmeye ve pencere damları çatlamaya başladı. O anda büyük panik oldu. Sivil ve asker, Dolmabahçe Camii avlusuna açılan pencerelere koşup oradan dışarıya atlamak istiyorlar, tavanın başlarına yıkılacağından korkuyorlardı. Heyecanını gizleyen ve itidâlini kaybetmeyen tek şahıs, Sultan II. Abdülhamid idi. 

 

Yaşlı hâriciye nâzırı Said Paşa ile birkaç kişi, Pâdişâha, salonu terk etmesi için yalvarıyorlardı. Abdülhamid Han, kulak asmadı. Tahttan kalktı. Hünkâr başimâmını çağırdı. Duâ etmesini emretti. İmâmın dâvûdî sesiyle yaptığı duâyı hiç unutamayacağım, tüylerim diken diken oldu. Duâ bitti ve zelzele de bitti. (Amiralin burada bahsettiği dua Kur’ân-ı kerim tilavetidir.)

 

Padişah, muâyedenin devamını emretti. Hiçbir şey olmamış gibi tebrikleri kabule başladı. Ama kısa fasılalarla yer sarsıntısı da devam ediyordu ve herkesin korkudan benzi solmuştu. Tavana yakın husûsi bölmelerdeki elçiler, korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlar ve paniğe kapılmışlardı.”

 

 

 

*******************************

 

**RESİM ALTI

 

 

 

Sultan Abdülhamid ve uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nu idare ettiği Beşiktaş’taki Yıldız Sarayı…

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Kazım Altun 12 Şubat 2024 13:19

Ne kadar muhteşem. Merhametli Hakan Abdülhamid Han.