Anayasada “laiklik” ve gerçek din hürriyeti

Sesli Dinle
A -
A +
Prof. Dr. Fehim Üçışık
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
 

Türkiye'de yeni bir anayasa meydana getirmek için adımlar atılmaya başlanmıştır. Din hürriyeti de bu çerçevede üzerinde çok düşünülmesi gereken bir başlıktır.

 

Osmanlı Devleti’nden bugüne ülkemizdeki anayasa düzenlemelerinde din hürriyeti mevzuu önemli bir yer teşkil etmiştir.

 

1876 Anayasasına göre, Osmanlı Devleti’nin dini, İslam’dır. Bu esas korunmakla birlikte, halkın asayişini ve umumi adabı ihlal etmemek şartıyla, Osmanlı ülkesinde bütün dinlerin serbestçe icrası ve muhtelif cemaatlere verilmiş olan mezhepsel imtiyazların uygulanması devletin himayesi altındaydı.

 

Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe giren 1924 Anayasasına göre ise “kimse, mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi kanaatinden dolayı muaheze edilemez; asayiş, genel adap ve kanunlara aykırı olmamak üzere her türlü ayinler serbesttir” kaidesi benimsendi.

 

1961 Anayasasına göre ise herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz. Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır. Kimse devletin, sosyal, iktisadi, siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtanlar kanuna göre cezalandırılır.

 

1982 Anayasasına göre, herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

 

1982 Anayasası, cumhuriyetin nitelikleriyle ilgili hükümde, laikliği insan haklarına saygılı ve demokratik olma niteliklerinden sonra saymış, din ve vicdan hürriyeti başlıklı düzenlemede, kural olarak ibadet, dinî ayin ve törenlerin serbest olmasını, din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında mecburi dersler arasında yer almasını ve özel bir hükümde de Diyanet İşleri Başkanlığının Kanunla belirlenen görevlerini yerine getirmesini öngörmüştür.

 

1982 Anayasasına göre, genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, Özel Kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİNDE “LAİKLİK” KELİMESİ GEÇMİYOR

1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin önsözünde, en yüksek amacın, bütün insanların dehşetten ve yoksulluktan kurtulup söz hürriyeti ile inanma hürriyetine sahip olacakları bir dünya kurulması olduğu belirtilmektedir. Bu önsöz, böylece, din ve vicdan hürriyetinin önemini ve önceliğini göstermektedir.

 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde “laiklik” kelimesi geçmemektedir. Laikliğin, Batı’daki gelişimin aşamaları itibarıyla 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin çok gerisinde kalmasına rağmen, bildirgede laiklikten söz edilmemesi dikkat çekicidir.

 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de din ve vicdan hürriyeti konusunda anılan bildirgenin hükmünü tekrarlamakta ve dinini açığa vurma hürriyetinin demokratik bir toplumda ancak kamu güvenliğinin, genel sağlığın, genel ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunluluk dolayısıyla kanunla sınırlanabilmesini öngörmektedir.

 

1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşmasının azınlıkların korunması konusundaki faslındaki, ilk maddede, Türkiye’nin, bu konudaki antlaşma hükümlerinin temel kanun olarak tanınmasını ve hiçbir kanun, başkaca düzenleme veya resmî işlemin bu hükümlere aykırı veya öncelikli olmamasını taahhüt etmekte bulunduğu belirtilmektedir.

 

Anlaşmaya göre, Türkiye, bu fasıldaki düzenlemenin, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklara ilişkin olduğu mertebede uluslararası yarara sahip taahhüt niteliğinde olmasını ve Cemiyeti Akvamın kefaleti altına konulmasını kabul eyler. Bu düzenleme, Cemiyeti Akvam Meclisinin çoğunluğunun muvafakati olmaksızın değiştirilemez. Antlaşmaya göre, bu fasılda Türkiye’nin gayrimüslim azınlıkları hakkında tanınan haklar, Yunanistan tarafından da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlıklar hakkında tanınmıştır. Yine antlaşmaya göre, Türkiye hükûmeti, doğum, milliyet, dil, ırk veya din ayırımı yapmaksızın Türkiye ahalisinin tümüne hayat ve hürriyetlerinde tam koruma bahşetmeyi taahhüt eder. Türkiye’nin bütün ahalisi, “kamu düzeni ve genel adap” ile bağdaşmaz nitelikte olmayan her din, mezhep veya itikadın, gerek genel ve gerek özel surette, serbestçe tatbiki hakkına sahip olacaklardır. Türkiye’nin bütün ahalisi, din ayırımı olmaksızın kanun nazarında eşit olacaklardır. Din, itikat veya mezhep farkı, hiçbir Türk tebaasının, medeni ve siyasi haklardan yararlanmasına ve kamu hizmetlerine kabulüne, memuriyete girmesine veya muhtelif meslek ve sanatları icra etmesine bir engel teşkil etmeyecektir. Herhangi Türkiye tebaasının, gerek özel veya ticari ilişkilerde, gerek din veya her nevi neşriyat hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir lisanı serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıtlama konulmayacaktır. Gayrimüslim azınlıklara mensup olan Türk tebaası, hukuken ve fiilen, diğer Türk tebaaya tatbik edilen muamele ve teminattan yararlanacak ve özellikle, her türlü hayır kurumunu, dinî veya sosyal kurumu, her türlü eğitim kurumunu kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinî ayinlerini serbestçe icra etmek hususlarında eşit hakka sahip bulunacak, önemli oranda bulundukları şehir ve ilçelerde, devlet bütçesi ve diğer bütçelerden eğitim, din veya hayır işleri için konan meblağlardan yararlanma ve tahsislerde, anılan azınlıklara, adilane bir surette pay ayrılacaktır. Türkiye Hükûmeti, gayrimüslim azınlıkların, aile ve kişiler hukukuna ilişkin sorunlarının kendi örf ve âdetlerine göre çözümlenmesine uygun her türlü hükmün konulmasına muvafakat eder. Türkiye Hükûmeti, anılan azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara vesair dinî kurumlara her türlü korumayı bahşeylemeyi taahhüt eder. Aynı azınlıkların Türkiye’de mevcut olan vakıflar ile dini ve hayır amaçlı kurumlarına her türlü kolaylık gösterilecek ve yenilerinin kurulmasında, bu gibi diğer özel kuruluşlara temin edilmiş olan kolaylıklardan hiçbiri ayrı tutulmayacaktır. Gayrimüslim azınlıklara mensup Türk tebaası, itikatlarına aykırı veya dinî ayinlerini ihlal eden herhangi bir işlemin ifasına mecbur tutulmayacak ve hafta tatilleri gününde mahkemelerde bulunmaktan veya herhangi bir kanuni işlemin icrasından kaçınmaları dolayısıyla hak kayıpları olmayacaktır.

 

Bizce, Lozan Antlaşmasının azınlıklara ilişkin hükümleri, 1948 yılında kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi öncesinde, yalnızca azınlıklar için değil, Türkiye ve Yunanistan’da uygulanacak ve diğer ülkeler için de örnek teşkil eden, genel insan hakları düzenlemesi niteliğindedir. Çünkü bu düzenleme, azınlıklara ne imtiyaz sağlamakta ne de çoğunluk olan ahalininkine yakın haklar tanımakta; temel haklar konusunda çoğunluk ile azınlık ayırımı olmaksızın tüm vatandaşların aynı haklara sahip olmasını öngörmektedir. Esasen 1982 Anayasasına göre, devlet, kişilerin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasi, ekonomik ve sosyal engeller kaldırmaya ve insanların maddi ve manevi varlıklarının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışır. Bize göre, 1982 Anayasasının bu konudaki düzenlemeleri, milletlerarası antlaşmalar ve bu arada Lozan Antlaşmasının ilgili hükümleriyle birlikte yorumlanmalıdır.

OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE DİN HÜRRİYETİ 

Din hürriyeti konusunda uluslararası metinler ve ülkemizdeki anayasalar arasında pek bir fark olmamasına rağmen uygulamada Osmanlılardan sonra bazı dönemlerde din hürriyeti çeşitli müdahalelerle fevkalade daraltılmış, bazı dönemlerde ise nispi iyileşmeler görülmüştür.

 

Laikliğin olmadığı Osmanlı döneminde her dinin mensubu hiçbir müdahale olmaksızın dinine göre ibadet ediyor, inancı doğrultusunda yaşıyordu. İstanbul’un fethinden sonra yerli halk Müslüman olmaya zorlanmadı. Balkanlarda Viyana’ya kadar gidildiğinde de herkes kendi dinine göre yaşamaya devam etti; yalnızca Adriyatik kıyısındaki Arnavutlar ve komşuları Boşnaklar Müslüman oldular. Şayet İslamiyet, milletlere zorla kabul ettirilseydi, Arnavutlar ve Boşnaklardan önce toprakları fethedilen Bulgarlar, Rumenler, Sırplar, Hırvatlar, Macarlar ve Yunanların Müslüman olmaları gerekirdi. Kudüs’te yaşayanlar da Osmanlılar döneminde yüzyıllarca din hürriyeti konusunda hiçbir zorlukla karşılaşmadılar.

DARÜLACEZE’DE KİLİSE VE HAVRA DA VARDI

Osmanlıların idaresinde iken İstanbul’da herkesin serbestçe kendi dinine göre yaşamasıyla ilgili olarak yapılmış olan ve bugün de devam eden uygulamalara bir örnek Darülaceze’de camiden başka kilise ve havra da bulunmasıdır. Bir başka misal, Kuzguncuk’ta bir caminin bitişiğinde kilisenin yer almasıdır. İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Arnavutköy’deki camide, her tek minareli camide minare girişin sağında iken bu tarafta gayrimüslimler oturduğundan minare sol tarafta yapılmıştır.

SIKINTILI YILLAR

O zamanlar her din mensubu hiçbir müdahale olmaksızın tam bir din hürriyetine sahip iken sonraki yıllarda başta Müslümanlar olmak üzere din mensupları çeşitli sıkıntılar yaşadılar. Ayasofya müze, Sultanahmet Camii depo oldu. Pek çok cami, ibadethane olarak değil, başka şekillerde kullanıldı; hatta satıldı, yıkıldı. Mesela Kadıköy’deki Bağdat Caddesinde Çınardibi semtindeki cami yıkılmış ve yerine yazlık sinema yapılmıştı. Sirkeci Garı’nın yanındaki cami de yıkılmıştı, yerinde bir müzikhol vardı.

 

O yıllarda din eğitimi yasaklanmış, türbeler, dinî müesseseler kapatılmış, ezan siyaset kurumunun müdahalesiyle Türkçe okutulmuş, gazetelerdeki dinî tefrikalar Matbuat Genel Müdürlüğünün talimatıyla sona erdirilmişti.

 

 

 

"BAYRAM" NAMAZI!

 

 

 

Müslüman vatandaşlar okullarda din dersi görmeyince bazılarında bilgisizlik o dereceye vardı ki bir gazetecinin teşvikiyle Bayram Namazı kılmaya karar veren bir İstanbullu, sabah erkenden Ortaköy Camiine gitmiş, saat yedi buçuk sıralarında gazeteci arkadaşını arayıp caminin kapalı olduğunu, etrafta da kimse bulunmadığını bildirmiş, meğer o gün ne Ramazan Bayramı ne de Kurban Bayramı imiş. Vatandaş bir “millî bayram”da Bayram Namazı kılmaya gitmiş! Bu olayı anlatan yazı gazetenin arşivinde olup dileyenler okuyabilir.

 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1948 yılında kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin kamu yönetimine ilişkin hükmüne uygun olarak ilk defa 1950 yılında, çok partili, “gizli oy, açık sayım” esasına göre yapılan milletvekili genel seçimi öncesinde 1949 yılında “İmam Hatip Kursları” açıldı. 1950 yılındaki iktidar değişikliğinden sonra ezanın asli şekliyle okunması kabul edildi. O dönemden itibaren siyasi iktidarların din hürriyetiyle ilgili olumlu karar ve uygulamaları bazı çevreler tarafından oy avcılığı şeklinde değerlendirilerek engellenmeye çalışıldı. Anayasa Mahkemesinin bir kararındaki gerekçeye dayalı olarak Danıştay üniversitelerde başörtüsü yasağı kabul edildi. İnsan haklarına ve kanunlara aykırı olan bu yasağın kaldırılmasına yönelik anayasa değişikliği, bir kısım basın tarafından kaosa yol açacak bir gelişme olarak değerlendirildi ve Anayasa Mahkemesinin hukuki değil, siyasi bir kararıyla iptal edildi. İktidar partisi aleyhine, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla kapatma davası açıldı.

 

Bazı çevreler, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasına karşı çıktı; hatta Sultanahmet Camiinin de müze olması gerektiği ileri sürüldü.

 

Bizce, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin önsözünde en önemli hürriyetler arasında sayılan din hürriyeti, kültürümüze uygun olarak düzenlenmeli, en güzel uygulama dönemleri esas alınmalı ve hiçbir zaman gerileme ve sapma olmamalıdır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.