Gazze saldırıları iki kutuplu dünyaya mı taşınıyor?

A -
A +
Dr. Ali Semin
İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesi
ODAP Kurucu Direktörü

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu bölgesinde Osmanlı Devleti’nin tesis ettiği barış içerisinde yaşama düzeninin yıkılması ve İngilizler ile Fransızların kurduğu Sykes-Picot Antlaşması sonrası sistem, küresel-bölgesel güç denklemini değiştirmişti. Bilhassa Batılı devletlerin kendi stratejik çıkarları doğrultusunda kurmaya çalıştıkları siyasi, ekonomik ve askerî düzen, Orta Doğu’yu derin çatışmalara, krizlere ve keskin güç mücadelesine sevk etmiştir. Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle ekonomik gücü zayıflayan İngiltere, Orta Doğu bölgesinden zımni olarak çekilip yerini ABD’ye bırakmış olsa da bölgemizde kurduğu sistem devam etmiştir. Başka bir ifadeyle İngiltere’nin yerini ABD almış olsa da Sykes-Picot düzeni yıkılmamıştır.  

 

Şu hususa dikkat çekmekte fayda vardır: Aslında Sykes-Picot düzeni İngiltere-Fransa ve hatta ABD’nin Orta Doğu bölgesine müdahalelerini kolaylaştırmıştır. Bu kontekste Orta Doğu’da Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonraki süreçlerde uluslararası sistem bağlamında ortaya çıkan hadiseler ve iki kutuplu düzenin Doğu-Batı olarak global güç rekabetlerini de beraberinde getirmiştir. Çünkü Orta Doğu’da yaşanan krizler ve kurulan ittifaklar, iki kutuplu sistemin oluşturduğu konjonktürler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle 1948’de İsrail devletinin ilanı ve bölgedeki gelişmeler ister istemez güç denge ve denklemlerini etkilemiştir. Bu bağlamda 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle yaşanan savaştan son aylara kadar uluslararası sistemin ciddi bir değişime yelken açtığını ve çok kutuplu dünya düzeninin sancıları bitmeden iki kutuplu bir dünya düzenine evrilen bir sistemi beraberinde getirdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Rusya-Ukrayna Savaşı ve 7 Ekim Hamas’ın İsrail’e yönelik düzenlediği operasyondan sonra uluslararası sistemin iki kutuplu dünya düzenine ve İkinci Soğuk Savaş dönemine geçmek üzere olduğunun emarelerinin belirtilerini daha ciddi şekilde görmekteyiz. Dolayısıyla bu makalede İsrail devletinin kuruluşundan bu yana küresel sistemin Filistin devletini nasıl mümkün kılmamaya yönelik stratejiler ileri sürdüğünü tartışacağız.

İSRAİL’İN KURULUŞU VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE FİLİSTİN SORUNU

Orta Doğu’da İsrail’in kurulması yalnızca bir Yahudi devletinin bölgemizde oluşması değildir. Aynı zamanda bölgesel ve global dengelerin ortaya çıkardığı derin ve sonu gelmeyen/getirilemeyen bir problemin başlangıcıdır. Orta Doğu’da pek çok sorun olmasına rağmen temel problem olarak görülen Filistin-İsrail meselesi, 1947 yılından günümüze kadar dünya genelinde yaşanan değişim ve gelişmeler bağlamında herhangi bir çözüme ulaşılmamıştır. Filistin sorunu olarak nitelendirilen bahse konu mesele, sadece Filistin veya Arap-İsrail meselesi olarak görülmemelidir. Çünkü 1947 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 181 sayılı kararıyla Filistin toprakları üzerinde iki devletli çözümden bahsedilse de BM kararında “taksim” ifadesi geçmiştir. Aslında BM’nin taksim kararının temelini Filistin topraklarının parçalanması üzerine kurulmuştur. Başka bir ifadeyle İsrail devletinin kurulmasından önce İngiltere’nin etkisiyle Filistin topraklarını BM’nin bölüp parçaladığı kararlar sorunu körüklemiştir. Çünkü taksim kararı, Filistin topraklarının yüzde 56’sının İsrail’e, yüzde 44’ünün ise Filistinlilere bırakılmasıdır. Sözü edilen kararla beraber 1948 yılında Yahudi İsrail devleti resmî olarak kurulmuştur.

 

İsrail kurulduktan sonra 1948 yılında Arap-İsrail Savaşı’nın başlamasıyla günümüze kadar gelen süreçte 1967-1973 yıllarında meydana gelen savaşlarda Filistin topraklarını kaybederek yola devam etmiştir. Bu nedenle Filistinliler Yaser Arafat’ın daha sonra lideri olduğu “Fetih Hareketi”ni gizlice kurmuştur. Daha sonra muhtemel bir Arap-İsrail savaşının önüne geçmek için BMGK, 1967 yılında 242 sayılı “Orta Doğu’da Adil ve Kalıcı Barışın Tesisi” adlı kararı oy birliğiyle kabul etmiştir. Bu kararda, uzun vadeli bir barışın sağlanmasının iki şekilde mümkün olmasını öngörmüştür. İlk adım, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin son çatışmada işgal ettiği bölgelerden çekilmesini sağlamaktı. İkinci adımda ise her iki taraf tüm iddialardan karşılıklı olarak vazgeçmesini, çatışmaya sebebiyet verecek davranışlardan kaçınılması, egemenlik, toprak bütünlüğü ve bölgedeki her devletin siyasi bağımsızlığına saygı gösterilmesi, barış içinde her türlü tehditten ve şiddet hareketinden uzak, güvenli ve kabul edilen sınırlar içinde yaşama hakkına saygı duyulmasıdır.

 

Yukarıda belirtilen gelişmeler Mısır ve Ürdün, BMGK’nin 242 sayılı kararını kabul etmiş, buna karşılık olarak İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği bütün topraklardan geri çekilmesini görüşmeler sırasında bir ön şart olarak ileri sürmüşlerdir. Sözü edilen kararın ardından 1973 yılına gelindiğinde Arap-İsrail savaşı yeni bir döneme girmişti. İsrail, 1973 yılının başlarında Mısır ile Süveyş Kanalı ve Sina bölgesinde, Suriye ile de Golan Tepeleri’nde savaşa girmiştir. Arap-İsrail Savaşının gidişatı tehlikeli bir sürece girince Sovyetler Birliği ve ABD, BMGK’nin acilen toplanmasını istemişledir. 22 Ocak 1973 tarihinde BMGK, 242 sayılı karara benzer bir şekilde Orta Doğu’daki adil ve kalıcı bir barışı sağlamak için görüşmelerin gerçekleştirilmesine yönelik çağrıda bulunan 338 sayılı kararı kabul etmişti. İki taraf arasında ateşkes çağrısı daha sonra Ekim 1973’te 339 sayılı karar ile destek verilmişti. Şu bir gerçektir ki BMGK, İsrail ve Filistin sorunu ile ilgili günümüze kadar birçok karar çıkarmış ve rapor yayınlamıştır. Fakat İsrail BMGK bağlayıcılığından dolayı kararlarını başlangıçta uygulamış olsa da sonrasında ihlal etmiştir.

ARAP DÜNYASININ FİLİSTİN SORUNUNDAKİ TUTUMU

Filistin meselesi, baş gösterdiği günden bu yana Arap liderleri arasında güç mücadelesine de yol açmıştır. Arap dünyasındaki iktidarların tutumunu değerlendirmeden önce şu soruyu sormak gerekir: Filistin meselesi, Araplar için bir araç mıdır yoksa bir amaç mıdır? Veya Araplar Filistin meselesine millî bir dava olarak bakabildiler mi? Bütün bu sorulara aşağıda cevap arayacağız.

 

Başta Cemal Abdülnasır olmak üzere pek çok Arap lider, Filistin sorununu âdeta bir liderlik yarışı yöntemi olarak kullanmıştır. Nasır’ın ölümünden sonra Arapları birleştirebilen bir liderin ortaya çıkmaması/çıkarılamaması, Arap ülkelerinin kendi aralarında önemli bir “güvensizlik sıkıntısı” olarak kalmıştır. Arap iktidarların çoğunun, Filistin meselesini, Arap ülkelerinin gelişmesinin ve refahının önünde büyük bir engel olarak gördüğünü söylemek de mümkündür. Hatta zaman zaman Arap liderleri, Filistin-İsrail problemini “İslam-İsrail” sorununa dönüştürmeye yönelik çalışmıştır. Bu açıdan bakıldığında, 1979 yılında Mısır ve İsrail arasında imzalanan Camp David Barış Anlaşması, 1994 yılında Ürdün-İsrail Barış Anlaşması, Arapların Filistin meselesinde kendi aralarındaki tutarsızlığı ortaya çıkarmıştır. Hatta ve 2020 Eylül ayında Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan gibi ülkelerin İsrail ile normalleşmesini de buna ekleyebiliriz.

 

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın İsrail ile Camp David Anlaşması’nı imzalaması, Filistin-İsrail sorununda dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu anlaşmayla önemli noktalar ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Mısır’ın Sina bölgesindeki sınır güvenliği sağlanmıştır. Ancak bu anlaşma, Kahire’ye Arap kamuoyu nezdinde prestij kaybettirerek Filistin davasını büyük oranda zayıflatmıştır. Diğer önemli noktaysa Filistin sorununda Arap dünyasının ortak tutuma sahip olmadığı açığa çıkmıştır.

 

Bu çerçeveden bakıldığında Filistin meselesinin Arap ülkeleri tarafından tam anlamıyla önemsenmediği görülmüştür.  Mısır’dan sonra Ürdün’ün ve diğer Arap/Körfez ülkelerinin İsrail ile normalleşmesi ve Tel Aviv ile diplomatik-ticari-ekonomik ilişkiler kurması, Arap yönetimlerinin Filistin meselesindeki bakış açısının bir göstergesidir. Şu bir realitedir: Arap dünyası, kendi aralarında yaşadığı sorunlar, güç ve bölgesel liderlik mücadelesi uğruna Filistin meselesini millîleştirememiştir. Başta ABD olmak üzerek Batılı ülkelerin kendi aralarında yaşanan sorunlara rağmen Yahudi devleti olan İsrail’e destek konusunda nasıl sınırsız yardım ediyorlarsa Filistin’e de Arap ve İslam dünyası aynı şekilde destek vermelidir. Filistin sorununun Arapların “Millî Sorunu” hâline gelmesini sağlamak oldukça önem arz etmektedir.

7 EKİM GAZZE SALDIRILARI VE GLOBAL TEPKİLER

25 Ocak 2006 tarihinde Filistin’de yapılan parlamento seçimlerinde Hamas’ın oyların yüzde 55’ini alarak galip çıkması, Filistin-İsrail meselesindeki dengelerin değişmesine yol açmıştır. Böylece Filistin yönetiminde ortaya çıkan iki idareli yönetim şekli, rekabet ve bölünmeyi hızlandırmıştır. Bu bağlamda 7 Ekim saldırıları sonrasında, Orta Doğu’da ve küresel güç dengelerinde iki kutuplu dünya düzenini geri getirebilecek potansiyel gelişmeler yaşanmaktadır.

 

İsrail’in Gazze’nin kuzeyine düzenlediği saldırılara rağmen ne Arap ne de İslam camiasından kınama dışında herhangi bir müeyyide çıkmaması Netanyahu hükûmetinin elini güçlendirmiştir. Günümüz itibarıyla Gazze’de yaşanan sivil katliamları ve yaşanan dramda Arap ve İslam dünyasının sessizliğinin payı olduğu inkâr edilmemelidir. Özellikle taksim kararını reddeden Arap iktidarlarının neredeyse tamamı bugün Filistin davasına sırtlarını dönmüş durumdadırlar. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, Arap iktidarlarının, 1993 Oslo Barış Sürecine kadar Filistinlilerin kendi meselelerine sahip çıkacağına ve bu sorunu kendi başlarına çözeceğine inanmadıklarını vurgulamakta yarar vardır. Çünkü Oslo sürecinde Arap iktidarlarının etkisi altında kalmadan çözüm arayışlarına girilmiştir.

 

Sözü edilen gelişmeler değerlendirildiğinde, Gazze saldırıları sürecinde uluslararası sistemin ortaya çıkardığı iki önemli gelişme mevcuttur. Bunlardan birincisi ABD’nin Orta Doğu stratejilerinde yalnızca İsrail devletinin güvenliğini korumak üzerine hareket etmediği görülmüştür. Bir diğer gelişmeyse Rusya ve Çin’in İsrail’i eleştirerek Filistin’den yana tavır almasıdır. Bu sebeple Rusya Başkanı Putin’in önce Pekin’i ve ardından 6 Aralık tarihinde Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret etmesi, uluslararası sistemin iki kutuplu dünyaya doğru gittiğini gösteren gelişmelerdendir. Başka bir ifadeyle Rusya, Sovyetler döneminde Arap-İsrail Savaşlarında ve 1956 Süveyş Krizinde Arapların yanında olduğu gibi Gazze saldırılarında da aynı tutumu sergilemeye çalışmaktadır. Çünkü Rusya, Orta Doğu’da ABD ve Batılı ülkelerle rekabet içerisindedir.

 

Sonuç itibarıyla Gazze saldırıları, Doğu-Batı bloklaşmasını ve Filistin ile ilgili iki devletli çözüm arayışlarını zaman geçtikçe zorlaştırmaktadır. İsrail’in ana stratejisinin artık Filistinlileri kendi topraklarından göçe zorlamak ve sınırlarını genişleterek toprak kazanmak olduğunu ifade etmek mümkündür. 1988 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Arafat’ın, Cezayir’de ilan etmiş olduğu Filistin’in bağımsızlığını hâlen BM’nin tanımaması da oldukça düşündürücüdür. Özetlemek gerekirse İsrail, ABD ve Batı’nın sağladığı ciddi bilimsel, teknolojik ve mali destekle bu coğrafyadaki mevcut konumunu güçlendirerek başta Gazze olmak üzere Filistinlileri katletmeye devam etmektedir. Bu sebeple iki devletli çözümü savunan gerek uluslararası toplum gerek Arap-İslam dünyası bir Filistin devletinin kurulması durumunda aynı ölçüde destekleyecekler mi? Bu sorunun cevabını aramak iki devletli çözüm arayışları kadar önemlidir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.