KÖLELİKTEN SARAY MENSUPLUĞUNA… Vakıf medeniyetinin valide ve haseki sultanları

A -
A +
Mahmut Kemal Aydın
İhlas Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı
mahmutkemal.aydin@ihlas.com.tr
 
İslam coğrafyasında, vakıf medeniyetinde en büyük pay Osmanlı toplumuna aittir. Osmanlılarda ise önemli pay, valide ve haseki sultanlarındır. Onlar ise Osmanlı Sarayının bir parçası olan Harem-i hümayunda yetişmişlerdir. Harem-i hümayunu anlayabilmek için İslam dininin esirlik, kölelik, cariyelik ile ilgili mefhumlarını bilmek lazımdır.
 
İslam dininde, ilay-ı kelimetullah yani Allahü tealanın ismini yüceltmek, emir ve yasaklarını, insanlık âlemine yaymak, anlatmak dinî bir vazifedir. Bunun için, İslam devleti, komşu devletlerin krallarına mektup ve elçilik heyeti gönderirdi. Muhatap devletlere teklif edilen hususlar, üç maddeden müteşekkildir.
 
1- Müslüman olun selamet bulun. Bizim kardeşimiz ve vatandaşımız olun. Bizimle aynı haklara sahip olun. Dünyada ve ahirette saadete erin.
 
2- İslamı kabul etmezseniz, zımmi vatandaşımız olun. Serbestçe kendi dininizin hükümlerini yerine getirin. Kiliselerinizde, havralarınızda ibadetinize devam edin. Biz sizin mal ve can emniyetinizi temin ederiz.
 
3- Yukarıda belirtilen bu iki teklifimizi de kabul etmezseniz, sizinle harp ederiz. Erkeklerinizi öldürür, kadın ve çocuklarınızı esir edip, köle ve cariye yaparız. 
 
İşte, Müslüman olmayan veya zımmi vatandaş olmayı da kabul etmeyen milletler, kavimler yapılan muharebe neticesinde bu muameleye maruz kalırlardı.
 
Esir alınan, çocuklar ve kadınlar maslahata göre, halife veya halifenin yetkili kıldığı kumandan tarafından, zımmi vatandaş veyahut da ganimet malı olarak mütalaa edilerek, köle ve cariye statüsüne tabi tutulabilirdi.

KÖLELİK VE CARİYELİK İSLAM DİNİNDEN ÖNCE DE VARDI

Kimsenin aklına, “Kölelik ve cariyelik, Sevgili Peygamberimizin (aleyhisselam) İslam dinini tebliği ile ortaya çıkmıştır” şeklinde bir düşünce gelmesin.
 
Kölelik ve cariyelik, ilk çağlardan beri vardı. Günümüzde hukuk fakültelerinde tahsil gören öğrencilere okutulan “Roma Hukuku” dersleri mevcuttur. Roma hukukunda da, kölelik müessesesi önemli bir yer işgal eder. Sevgili Peygamberimizin yaşadığı devirde, İslam’dan önce, “cahiliye” devrinde de Araplar arasında da kölelik ve cariyelik vardı. Hem Roma hukukunda hem de cahiliye döneminde, kölelik ile ilgili hükümler ve tatbikat pek sert ve acımasızdı.

İSLAM DİNİ ACIMASIZ HÜKÜMLERİ HAFİFLETTİ

İslam dini, bu sert, acımasız kölelik hükümlerini olabildiğince hafifletmiştir. Köle ve cariyeleri insan statüsüne koymuş ve Müslümanların onlara insanca ve merhametli şekilde muamele etmelerini emretmiştir. Köle azadının çok sevap olduğu belirtilerek köle azat etmeyi teşvik etmiştir.
 
Hatta İslamiyette, zekât verilecek sekiz sınıf insandan bir sınıfı da “mükateb” denilen, yani efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, azat olacak köle sınıfıdır. Bu yolla ihtiyari olarak, köle azat edilmesini teşvik etmiştir.
 
Diğer taraftan, İslamiyette, sevaba nail olabilmek, Allahü tealanın rızasına kavuşabilmek için köleden herhangi bir bedel istenilmeden de köle azat edilmesinin çok hayırlı ve sevap bir iş olduğu belirtilmiştir. 
 
Müslümanlar tarafından, kölelere yapılan iyi muamelenin örnekleri İslam tarihinde pek çoktur. 
 
-Ümmü Eymen (radıyallhü anh), Resulullah Efendimize, mübarek annesi Hazreti Amine annemizden intikal eden bir köle, cariye idi. Efendimiz, kölesi Ümmü Eymen’e çok iyi davranırdı. Beraber oturup, yemek yerlerdi. Hatta, onu diğer bir erkek kölesi olan Zeyd bin Harise ile evlendirmişti.

KÖLE İLE NÖBETLEŞE BİNEK

-Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Kudüs’e giderken, kölesiyle deveye binmesi hadisesi çok meşhurdur. Hazreti Ömer, Kudüs’e gireceği esnada, deveye binme sırasının kölesine isabet etmesi, kölenin ısrarına rağmen, deveye binmemesi, Hazreti Ömer’i karşılamaya gelen, Kudüs Patriği ve diğer kişilerin, devedeki köleyi, halife zannetmeleri bunun en güzel misallerindendir.

KÖLEYE KÖLE OLMAK

Bu misaller gösteriyor ki, köle ve cariyesi olan Müslümanlar, onlara eziyet etmemişler, hatta kendi ailelerinden ayırmamışlardır. Kendi yediklerinden yedirmişler, kendi giydiklerinden giydirmişlerdir. Bazı Müslümanlar da köle hakkına riayet edememek korkusu ile imkânları olduğu hâlde, köle sahibi olmamışlardır. Köle sahibi olmayı, köleye köle olmak şeklinde mütalaa etmişlerdir.
 
İslamiyet, bazı günahların kefareti olarak köle azat edilmesini şart koşmuştur. Kefaretten kastedilen, bir Müslümanın işlemiş olduğu günahın, Allahü teala tarafından affedilmesi ümidiyle, belirtilen bazı ibadetleri yapmaktır. İslam dini, köle azat etmeyi, bu kefaret kabul edilecek ibadetler arasında saymaktadır.  

OSMANLILAR DÖNEMİNDE KÖLE TEMİNİ

İslamiyeti veya zımmi vatandaşlık teklifini kabul etmeyen milletlerle yapılan harp neticesinde, esir alınanlar olurdu. Osmanlı devrinde, bunlardan başka, “devşirme” sistemi ihdas ettirilmiştir. Payitahttan gönderilen görevliler tarafından Hıristiyan çocuklar toplanıp, Türk kültürünü, gelenek ve göreneklerini öğrenmeleri maksadıyla, Türk ailelerin yanına verilmişlerdir.
 
Devşirmeler arasından, yapılan zekâ testleri neticesinde tespit edilen zeki ve cemali güzel olanlar, görevlilerce saray için ayrılırdı. Edirne, Galata ve İbrahim Paşa Saraylarında bir süre eğitilen bu gençler bir elemeye tabi tutulur, böylece en kabiliyeti ve zekileri Topkapı Sarayı’ndaki Enderun Mektebi’ne; diğerleri ise kapıkulu süvari bölüklerine; gürbüzce olanları ise Bostancı Ocağı’na verilirlerdi.
 
Enderun mektebinde Kur'ân-ı kerim, fıkıh, tefsir, coğrafya, mantık, belâgat gibi birçok ders gören devşirmeler, aldıkları eğitim sonrasında Osmanlı Devleti’nin bürokrasisinde görev alırlardı. Enderun mektebinden yetişenler, vezirliğe kadar ilerleme imkânına kavuşabilirlerdi.  

HAREM-İ HÜMAYUN NEDİR?

Enderun mektebi gibi bir diğer okul da, köle kız çocuklarına eğitim veren Harem-i Hümayun’dur. Topkapı Sarayı’nın önemli bir bölümünü teşkil eder. Sözlük anlamı olarak Harem “Herkesin girmesine müsaade edilmeyen, hürmete layık mukaddes yer” manasına, hümayun da “Padişaha ait”  manasına gelmektedir.  
 
Haremin asıl adı, saadet evi manasına gelen Dar’üs-saade’dir. Burası dış dünyaya kapalı, padişahın hanımlarının, cariye ve çocuklarının yaşadığı yerdir. Harem hayatı, mevcut olduğu devirde de, dağıldıktan sonraki dönemde de mahremiyetini korumuştur. Saraydan çeşitli sebeplerle veya dokuz yıllık hizmet müddetlerini doldurup ayrılanlar, saray ve harem yaşantısı hakkında hiç konuşmamışlardır.  

CARİYELER

Osmanlı padişahının, devleti idare ettiği, aynı zamanda da padişahın evi olan sarayda, valide sultan, haseki sultan, şehzadeler ve hanım sultanların yanında en kalabalık grubu cariyeler meydana getirirler.
 
Cariyeler İstanbul’a muhtelif yollardan gelirlerdi. Osmanlı devletinin yükselme devrinde daha ziyade Rusya, Macaristan, İtalya, İspanya ve Yunanistan’dan getirilirlerdi. Cariyeler arasında ayrıca Afrika’nın zenci kızları da mühim bir yekûn tutardı.
 
Hareme alınan kızlar, ilk olarak ebeler ve usta cariyeler tarafından muayene edilirdi. Hastalıklı olanlar veya uykusu ağır, horlama vs. bir kusuru bulunanlar saraydan çıkarılırdı.  Saray cariyesi olanlara ilk olarak güzellikleri, karakter ve fiziki görünüşlerine uygun, Farsça bir isim verilirdi. Mesela Gülnuş, Hürrem gibi...
 
Haremde gerekli bütün el işlerini, sanat dallarını, görgü kurallarını öğrenen, ahlak eğitimi alan, Osmanlı kültürünü benimseyen cariyeler, saraya hizmet etmeye hazır hâle gelirlerdi. Hareme yeni gelen cariyeler acemi statüsünde bulunurlar, daha sonra çeşitli hizmetlerde bulunarak yükselirler, kalfa, usta gibi unvanlar alırlardı. Cariyelere el işleri, saray âdetleri dışında dinî bilgiler de verilirdi. Evvela Kur'ân-ı kerim okuması öğretilir, günlük ibadetlerini yapabilecek seviyeye getirmek için, abdest, namaz, oruç bilgileri her gün verilirdi. Namazlarını vakti girer girmez hep beraber kılarlardı.
 
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in de özetle belirttiği gibi,
 
Hareme alınan bu cariyeler ömür boyu sarayın yüksek duvarları içinde yaşamak zorunda bırakılmazlardı. Haremde dokuz yılını doldurmuş olan cariyeler, kalfalar, ustalar hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı. Onlara, hizmet yılını tamamlayıp özgür olduklarını gösteren azatname veya ıtıkname denilen kâğıt verilirdi. Azat olup saraydan ayrılanlara elmas yüzükler, küpeler, evi için gerekli olan eşyalar verilir, ileride dara düşmemeleri için çeşitli yardımlar yapılırdı.
Şu hususu da tebarüz ettirmek gerekir ki, cariyelerin hepsi padişahın odalığı değildir. Sadece 3-4 tanesini hanım olarak alırdı. Diğer cariyeler, ya valide sultanın, ya padişahın hanımlarının veya haremin hizmet birimlerinde görevliydiler.
Cariyeler, Osmanlı saray terbiyesi ile yetişmiş, münevver kızlardı. Enderun’da eğitim öğretim gören delikanlılar, Osmanlı bürokrasisine bürokrat oluyorlarsa, harem-i hümayundaki kızlar da, padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu. Zira onlar Enderun’da yetişmiş bir Osmanlı bürokratının eşi olarak gittikleri yerlerde, Osmanlı harem hayatının en yüksek seviyede temsilcisiydiler. Şehirdeki eşraf kadınları ve kızları, onların edep ve ahlâkını kendilerine örnek alırlardı. Bunlara “Saraylı gelin” denir, bulundukları şehrin hanımları ve kızları, ziyarete bir şeyler görüp, öğrenmeye gelirlerdi.

HASEKİ SULTAN

Padişahın has odalığı olan kadınlardan çocuk doğuranlar, “Haseki” veya “İkbal” adını alırlardı. Hasekilere hanım veya hanımefendi diye hitap edilirdi. İlk dönemler, padişahlar, çevredeki Anadolu Beyliklerinin beylerinin kızları ile evlenirlerdi. Mesela Sultan Yıldırım Beyazıd, Germiyanoğlu Beyinin kızı Devletşah Hatun’la evlenmiştir. İlk dönemlerde padişahlar, siyasi maksatlı olarak, Bulgar, Sırp gibi çeşitli krallıkların kızlarıyla da evlenmişlerdir. 
 
Fatih Sultan Mehmed Han zamanında, cariyelerle evlilik sistemine geçilmiş olup, bu davranış bir kaide hâline gelmiştir. Bu cariyeler, küçük yaşta, muhtelif şekilde saraya alındıktan sonra, saray terbiyesiyle yetiştirilip cariyelikten, hasekiliğe yükselebiliyorlardı.
 
Şayet haseki bir erkek çocuk doğurmuşsa “Haseki Sultan” unvanını alır ve başına değerli taşlarla süslü taç takılırdı. Emrine birçok kalfa ve cariye verilirdi. Hasekiler, oğulları padişah olduklarında, valide sultan olurlardı. Hasekilerin kocası olan padişah ölürse veya tahttan indirilirse, hasekiler Eski Saray’a gönderilir, oğlu padişah olanlar tekrar Topkapı Sarayı’na merasimle getirilirdi.  

VALİDE SULTAN

Padişah hanımlarından, oğlu tahta geçen hasekiler, valide sultanlık makamına erişir ve Harem-i Hümayun’un en itibarlı hanımı olurlardı. Valide sultanlar sarayda en yüksek maaşı alan kişilerdi. Padişahlar valide sultanlarına karşı son derece saygılı davranırlardı. Ancak, valide sultanlar oğullarına ismiyle hitap edemez, “Aslanım” derlerdi.
 
Memleketimizin birçok yeri, Harem-i hümayun’dan yetişen; Hürrem Haseki Sultan, Mahpeyker Kösem Valide Sultan, Hatice Turhan Valide Sultan, Emetullah Rabia Gülnuş Sultan gibi Haseki ve Valide sultanlar tarafından yaptırılan vakıf eserleri ile bezenmiştir.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.