Medîne’den Türkistân’a inen nûr

A -
A +

Eski rivâyetlerde, mitolojilerde, esâtîrde (mitolojide), masallarda hazîneler gizlenmiştir ve bu hazîneleri ejderhâlar bekler; buralara yaklaşmayı engelleyen tılsımlar vardır. Oraya ulaşmak çok zordur. Bu yol ölüm tehlikesi olan mâcerâlarla doludur.

 

Bu masalımsı kurgu muhtevâsı hazînelerde, düşüncelerle bile ulaşılması güç hedeflerde olağanüstü kahramanların destânî karakterlerine şâhit oluruz. Bu kahramanlar hep hayâl ürünüdür; insanlar da bunları bilir ama bunları hâlâ yâd etmekten, okumaktan, hattâ film konuları yapmaktan zevk duyar.

 

Efsâneler bâzen dînî hüviyet de kazanarak yılların hâfızasına mühür vururlar. Bu meyânda Türk, Îran, Hind, Mısır ve Yunan destanlarında dînî bir hüviyet de bulunduğu için, bunlarda yıllara meydan okuyan bir dik duruş görürüz. Modern devir insanları mitolojilerin gölgesinden bile etkilenerek bunların esâtîrî (mitolojik) adlarını özel adlarında, modern kuruluşlarda ve tesislerde yaşatmaya devâm ediyorlar.

 

 

 

TÜRK MİTOLOJİSİ

 

 

 

Türklerin ilk millî destânı “Yaratılış ve Türeyiş” de ilk “büyük tanrı” Kayra Kan (han) Ülgen, Altay Türklerinin en büyük tanrısı olarak gösterilir. İnanışa göre, bu Ülgen Tanrı, yerin yaratılmasından önce suların üstünde kaz gibi uçardı. İnsanı ve dünyâda var olan her şeyi yaratan ve evrenden önce var olan, kâinâtın başını ve sonunu belirleyen Tanrı olarak inanılır. O erlik şeytânı da yaratmıştır. (hâşâ ve kellâ estağfirullâh) (Duran R. Türk Mitolojisi, 2012, R. (Ed ) Mitoloji ve Din Üzerine (Ünite 6) Eskişehir Anadolu Üniversitesi Yayınları)

 

Ayrıca Türk Mitolojisinde Aan Alakçın Katun, Aan Darkan Katun, Karlık, Kayberen, Kayra Kan, Kut, Suyla, Ülgen, Umay Ana, Ayıısıt, Ayzıt Katun, Utkuuçı, Yağız Yir ve Yayıkh gibi tanrılar ve tanrıçalar da vardı.

 

Genelde bütün eski kavimler kendilerine gönderilen peygamberlere ulaşamadıkları için veyâ onlara inanmadıklarından kendi sosyal-şuur üretimi olan tanrı ve tanrıçalara inanmışlardır. Biliyoruz ve inanıyoruz ki her kavme bir peygamber görevlendirilmiştir. İşte insanlık başlangıçtan beri ister vahyî dinlere, isterse de kendi sosyal-şuur üretimi bir dîne veyâ bir o dînin tanrı veyâ tanrılarına inansınlar, bunların çoğunluğu, rûhun ölümsüzlüğünü kabûl etmişler veyâ cezâ-mükâfât muhtevâlı fizik ötesi bir kavrama inanmışlardır. Yine mühim bir gerçek de şudur: Her kavim ister vahyî ister sosyal-şuur üretimi dinlere inansınlar, ibâdet etmişler, belli düzenler kurmuşlar, kurban törenleri tertip etmişler (insan da dâhil) ve başıbozuk yaşamamışlardır.

 

Peki, buradan nereye varabiliriz? “Elest Bezmi”nde bütün ruhlar yaratılmış, insanlar henüz insan sûretine bürünmemiş, ana rahmine ruhlar verilmeden önce Yüce Rabb’imizin varlığını kabûl etmiş ve “şâhit olduk” demişlerdir. İşte bütün bu ilâhî cevher olan rûhun varlığında bu ilâhî sözleşmenin izleri bulunduğu için, ya vahyî dinlerde veyâ tevhîd akîdesine bağlı olan İslâmiyet’in dışındaki insanlar, ruhlarında o sözleşmenin izlerini gayr-i şuurî bir vaziyette idrâk ederek bir tanrı arayışına girmişlerdir.

 

 

 

TEVHÎDE ENGEL FELSEFÎ EKOLLER

 

 

 

Tevhîd akidesi dışındaki insanların bir din ve tanrı arayışı çok eski zamanlardan beri var olan felsefe ekollerinin sisleri arasında kalmıştır. Felsefî ekoller genelde din-tanrı bağlamındaki inanç ve akîdelere set çekerek, bilhassa Dogmatiklerin kozmik, epistemolojik (bilginin kaynağı mes’elesi) ve özellikle de matematik alanındaki teorileri çok eski yıllardan beri insanları etkilemiştir. Özellikle Aristo, 11. asır İslâm dünyâsında îmânî yıkımlara sebep olmuştur. MÖ 400’lü yıllarda yaşayan Sokrat, Plâton ve Aristo’nun etkileri özellikle, Demokritos, Pisagor, Epikür, Heraklitos, Hipokrat, Parmenides ve devâmında aynı etki altında kalan Immanuel Kant, René Descartes, Batlamyus, Copernikus dışında özellikle İslâm Dünyâsı’nda İbni Sînâ, Fârâbî ve İbn Rüşd gibi düşünürler de bu ekolün geniş te’siri altında kalarak aykırı fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu tehlikeli akıma set çekmek isteyen büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî hazretleri “Tehâfütü’l-felâsife” (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı eseri ile mü’minlerin îmânına sâhip çıkmaya çalışmıştır. Hâlbuki Gazâlî hazretleri, onların ilmî gerçeklerinin çoğuna katılmakla birlikte Tevhîd akidesine ters düşen konulara karşı çıkmıştır. İlmî konulara karşı çıkması zâten mümkün değildir, çünkü kendisi din ilimlerinde mütebahhir (deryâ) olması yanında fen bilimlerinde (pozitif ilimlerde) de emsalsiz bir âlim idi.

 

Felsefenin bu müthiş etkisi düşünen insanlarda düşünce sistemi geliştirmekten ziyâde, kendileri gibi formel düşünmeyi telkîn ediyordu. Bu etkilerinden dolayı insanların tanrı arayışlarındaki politeizmden (çok tanrıcı) monoteizme (tek tanrıcılık) ve sonra da ateizme (tanrıtanımazlık) tek istikâmetli bu gidiş, asırlara yayılsa da sonunda özellikle Pozitivizm ile bugünkü çıkmaza saplandı.

 

Bu ekoller aklın saflığını bile tartışarak bilimin şüpheciliğine ve sonunda insan varlığının şüpheciliğin tarzlarını ve süreçlerini anlamaya çalışmış ve “varoluşçuluk” kanalına girmiştir. Bu konu ilk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmakla birlikte, özellikle Fransız filozof Sartre’ın bu tarzı plâstik ve edebî san’atlere uygulanması ile Egzistansiyalizm, Kierkegaard, Franz Kafka, Alber Camus, Andre Gide’in popülerliği ile edebiyatta da çığır açmış, Türk Edebiyâtı’nı ve tabîî ki Türk düşünce sistemini de etkilemiştir.

 

Orta Çağ’ın dînî ekolü olan Skolastik Felsefe, kilise aracılığı ile rakip tanımaz bir “Demokles Kılıcı” olmuşken, Rönesans, Reform ve nihâyetinde Fransız İhtilâli altında silinmiş ve yerini Pozitivizm’in tanrıtanımazlığına bırakmış ve aslında “scola” yâni okul eğitim sistemi ve Hristiyanlığı ferdî eğitim sistemi ile geliştirmek isteyen bu ekol aslında Batı’nın katı Kilise sisteminden kaçış ve dinsizliğe kadar giden bir yol izlemiştir. Bu tepki zamanla Batı’nın dinden kopmasına sonrasında Pozitivist felsefe sonucu Materyalizm’le ve onun ekonomik-felsefî sistemi sonucu Komünizmle tanışmış ve Marksizm ile milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bir heyûlâya dönüşmüştür. Artan nüfusla ilgili açlık ve işsizlik gayr-i ahlâkî uygulamalar ve eş cinsellik küresel bir tehlike arz etmeye başlamıştır.

 

 

 

DÜNYÂ BEŞ OYA MI KALDI?

 

 

 

Dünyâyı parselleyen güçler çok yönlü saldırılarla gezegenimizi kutuplaştırıp çeşitli yollardan menfaat devşirmeye devâm ediyorlar. Eski devirlerin toprak ve yayılmacılık savaşları, yerini etnik-ekonomik-dînî savaşlara bırakmıştır. Soğuk savaş ve siyâsî entrikalar dünyâyı boğmaktadır. ABD ekonomik-dînî (Evangelizm-Siyonizm) AB ekonomik, İsrâil dînî-millî-ekonomik (Siyonizm), Îrân dînî-ekonomik (Şiâ yayılmacılığı) ve ekonomik olarak dengeleri öyle bozdular ki, yaklaşık 70 yıl dünyâya kan kusturan komünizm bile bunların yanında âciz kaldı!.. Kızıl Yıldız’ı yok edip yerine modern Gamalı Haç’ı yâni AB Bayrağını, Magen David (İsrâil’in altı köşeli yıldızı) ve petro’dolar saldırısı ile yeni ve Postmodern bir Haçlı Seferi başlattılar. Bunlar Hitler’in, Stalin’in, Mussolini’nin, Ho Chi Minh’in zulümlerini sümen altı ettiler. Dünyâ Sağlık Teşkilâtı kurallarını hiçe sayıp hastanelere, okullara bomba yağdırdılar, savaşanlar yerine çocuk, bebek ve savunmasız kadınları öldürdüler. Tabîî ki bunları Avrupa ParlamentosuAB üyeleri ve dünyâyı beşe bölen zihniyet, kendisini dünyânın muhtarı sanan ABD’nin himâyesinde ve desteğinde yaptı. Yâni İslâm dışındaki bütün dinler vahşette birleşti; kısaca o müthiş hakîkat bir def’a daha tecellî etti. Küfür tek millettir. Sadaka Resûlullâh!

 

İslâm’ı yanlış uygulayan ve Ehl-i sünnet dışına çıkan İslâm ülkeleri birbirlerine düşman oldular. En mühimi de insanların gözünde bu mübârek dîni kurtuluş vesilesi olmaktan çıkardılar.

 

 

 

TÜRKLERİN KURTULUŞ ŞİFRELERİNİ BULMASI

 

 

 

Türkler sırlı hazîneye 10. asırda kavuştular. Şanlı Sahâbe’nin sınır tanımayan teblîğ seferlerine ulaşan atalarımız, bu mübârek dinle bu asırda tanıştı. Asya bozkırlarının bu cengâver, bu ele avuca sığmayan alpları, İslâmiyet’le tanışıp alp-eren olunca genlerinde var olan asâlet, merhamet, adâlet ve tavâzû ile mükemmelliğe ulaştı. Artık onlar “Lâ şerefe a’lâ minel İslâm” (İslâmiyet’ten üstün şeref yoktur) düstûrunu benimseyerek Müslümanlığı yayma misyonunu da üstlendiler.

 

Türklerden Sahâbe’den olan var mı, bu açıklığa kavuşmuş değildir. Kesin olmayan bilgilere göre ilk Türk Sahâbe Ebû Ubeydullâh Süreyc Et- Türkî’dir. Dede Korkut’taki Bügdüz Emen’in de Efendi’mizin yanına gidip İslâm’ı öğrenenin ilk Türk olduğu söylenir.

 

Sahâbe-i kirâm başlangıç savaşlarını yapıp (Bedir, Uhud vb.) İslâm’ın sancağını dikip perçinlediler. Sonra Asya içlerine kadar dağıldılar. Hind’e, Çin’e; Türkistan’a gittiler. Bu maksatla bu nûr elçileri bir meltem rüzgârı gibi Orta Asya’nın sert havasını yumuşattılar. Hıra Dağı’ndan Tanrı Dağları’na hidâyet köprüleri kurdular. Medîne hurmalıklarının letâfetini Ötüken Ormanı’nda estirdiler. Aral, Baykal göllerinin acılığını zemzem ile giderdiler. Tek eksikleri İslâmiyet olan Türk kavmine İslâmiyet’i öğrettiler.

 

Tılsımı açmak ve şifreyi bulmak kolay değildi. Bu kilidi açmak için ilâhî bir yol gerekiyordu. Bu delişmen kavmi muvahhid (Allâh’a ve onun şanlı Peygamberi’ne inanan) yapmak için bir seçilmiş gerekiyordu. O da Ahmed Yesevî hazretleri idi. Nasıl seçildi bu velî kul, o menkıbeye bir göz atalım. Adı üstünde, nakledilen bir menkıbedir. Burada bakmamız gereken kurgu ve telâkkîdir. Bâzen mânâ lafzın (sözün) önüne geçer:

 

Bir gazâ gününde Sahâbe-i kirâm aç kalmış, Resûlullâh Efendimizden yiyecek istemişlerdi. Cebrâîl (aleyhisselâm) onlara cennetten hurma getirmişti. Hurmaları yerken bir tânesi yere düşmüş Cebrâîl de (aleyhisselâm) “Bu hurma sizin Türkistan ümmetinizden Ahmed Yesevî kısmetidir” haberini vermişti.

 

Hazret-i Muhammed (efendimiz) hemen Aslan Baba’yı -Onun da bu menkıbeden Sahâbeden olduğu zannediliyor- çağırmış bu hurmayı ona vermiş ve “Benden sonra Ahmed adlı bir çocuk doğacak, o ümmetimin seçkinlerindendir bu hurmayı ona ver!” buyurmuş.

 

Efendi’mizin duâsıyla Aslan Baba asırlarca yaşamış, bütün dünyâyı aramış, sonunda Türkistan’a gelerek Yetîm Ahmed’i bulmuştu. Bu sırada Ahmed, Yesi’de mektebe gidiyordu. Aslan Baba çocuğa selâm verdi. Çocuk selâmı alırken “Ey baba, emânetiniz hani?” diye sordu. Aslan Baba bu beklemediği sorudan şaşırdı “Ey velî, sen bunu nereden biliyorsun?” diye hayretle sordu. Çocuk “Allâh bana bildirdi” cevâbını verdi. Sonra adını sordu, Ahmed olduğunu anladı ve emâneti sâhibine teslîm etti. Aslan Baba hem onun mürşidi oldu hem de eğitimi ile uğraştı. (Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme, Öncü Kitap, Ankara 2007, s.179, Ankara)

 

Hoca Ahmed Yesevî, Aslan Baba’nın vefâtıyla İslâmî ilimlerin merkezi Buhârâ’ya gider. Orada büyük mutasavvıf Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye intisâb eder. Hoca Ahmed Yesevî ondan sülûk âdâbını, zâhir ve bâtın ilimleri öğrenmiştir. Bu olay aslında Türk’ün kutlu yolunun da başlangıcıdır. Ahmed öyle bir şeyhe intisâb eder ki kendisinden sonra Türkler onun sâyesinde Ehl-i sünnetin göz bebeği “Altın silsile”ye sıkı sıkıya bağlandılar.

 

O, Şeyh Hemedânî’ye intisâbını kendi “Hikmetler”inde şöyle anlatır:

 

“Ben yirmi yedi yaşta pîr buldum /// Eşiğinde yaslanarak izini öptüm /// O sebepten Hakk’a sığınıp geldim işte.”

 

Hemedânî hazretleri Irak, Horasan, Mâverâünnehir ülkelerinin çeşitli şehirlerinde halkı irşâd ile uğraşmış, ilk iki halîfesi Hoca Abdullâh-ı Berkî ve Hoca Hasan Andâkî’dir. Andâkî’nin vefâtından sonra dördüncü halîfesi Abdühâlık Gucdüvânî’ye bırakarak Türkistan’a, Yesi’ye dönmüştür. Yesevî hazretleri Hemedânî hazretlerinin halîfelik makâmını da kazanmış ve Türkistan’da binlerce mürîdânı etrâfına toplanmıştır. Yesevî, onların anlayacağı basit Türk diliyle saf Türklerin kalbine îmân nakşediyor bozkırın ser-âzâd Türkmenlerine, dizi dibinde ilim ve îmân aktarıyordu. (Faydalanılan Kaynak: Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî’nin “Fakrnâme”si Üzerinde Bir İnceleme, Öncü Kitap, Ankara, 2007)

 

Görülüyor ki bu yol çetindi ve bu ni’mete kolay ulaşılmamıştı. Rabb’imiz Türk’ün boynuna İslâm’ı yüceltme ve yayma vazifesini yüklemişti. Bu görevi bin yıl eksiksiz yapan atalarımız, bid’atsiz Sünnî ekolün en büyük temsilcileri oldular…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.