Türkiye masadayken Gazze’yi kim yaktı?

Sesli Dinle
A -
A +
Dr. Cafer Talha Şeker
İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi
 

Reisicumhur Recep Tayyip Erdoğan ile İsrail Başbakanı B. Netanyahu yüz yüze ilk defa 20 Eylül günü New York’ta görüştüler. İsrail Başbakanı, Türkevi’ne geldi ve Türkiye liderini ziyaret etti. Daha bir buçuk ay önce yapılan bu tarihî görüşme, Akdeniz’deki büyük bir anlaşmanın adımıydı. Ancak kısa süre sonra İsrail başka bir yola girdi.

 

Son yıllarda Doğu Akdeniz’deki gelişmeler bize şunu gösteriyor: Bu bölgede komşu ülkeler ne zaman ortak çıkarlarda buluşmaya adım atsa hemen bir ateş topu patlar ve şiddet külleri hepsinin üzerine düşer. Türkiye ile İsrail arasında üst düzey bir anlaşma görüşülürken hem İsrail’i hem de Filistin’i vuran “Kanlı Ekim” elbette bu şiddet patlamasının en unutulmazlarından biri olarak tarihe geçecektir.

GAZZE’Yİ BOŞALTMA PLANI

7 Ekim’de İsrail’e yapılan saldırıdan bir hafta sonra, 13 Ekim’de İsrail İstihbarat Bakanlığı 10 sayfalık bir rapor hazırladı. 28 Ekim günü İsrail basınına sızdırılan bu rapor, Gazzeli 2,3 milyon insanın Mısır’a göç ettirilmesi için neler yapılabileceğini özetle şöyle ele aldı:

 

“Gazze’nin kuzeyini çatışmaya boğup halkı güneye doğru sürmek gerekir. Bu göç için güneye giden yolların sağlam kalması gerekir. Gazzeliler Mısır sınırına doğru yığılınca ABD’nin bu ülkeye baskı yapıp göçmenleri buraya aldırması sağlanır. Gazzeliler, ‘Allah başımızdaki kötü idare yüzünden bizi cezalandırdı, artık göçten başka çare kalmadı’ görüşüne inanırsa uluslararası kampanyalarla insani bir yardım-nakliyat operasyonu başlatılıp halk Sina Çölü’ne aktarılır.”

 

17 Ekim günü Gazze’nin en eski ve donanımlı hastanesi (Müsteşfa el Ehli’l Arab) vuruldu. Burası Gazze’de kanser tedavisi sunabilen en donanımlı hastaneydi. İngilizlerin kurduğu ve hâlâ kontrol ettiği bu hastaneyi bir zamanlar Amerikalı Evanjelikaller de yönetti. Bugüne kadar sağlık hizmetleri ve misyonerlik faaliyetlerini beraber yürüterek Gazze’de tutunan Amerikan Evanjelikal (Vaftizci) Kilisesi ve Anglikan Kilisesi hâlâ bölgedeler. Müslüman halk bunların sunduğu sağlık hizmetlerinden de faydalanıyordu. Bu yüzden hastane saldırıları dikkat çekici oldu.

 

Bütün bunlar yaşanırken ABD himayesindeki İsrail, Rusya himayesindeki Suriye’nin havalimanlarını vurdu. Gerekçesi ise buraya İran’dan silah geldiği idi. Dikkat! İsrail, Gazze’den yapılacak saldırıyı öğrenemedi ama Şam’a İran’dan silah geldiğini öğrenip bu havalimanını vurdu! Suriye’de Türk Hava Kuvvetleri’nin ABD ile kısa bir çatışma yaşadığını ve Rusya’nın aynı zamanda ABD destekli Ukrayna ile savaştığını da unutmayalım.

ÇİN’İN AKDENİZ’DEKİ YAYILMASI

Geçmişte bir ülkenin demir yolu inşaatlarını kim alırsa o ülkedeki maden-petrol imtiyazlarını da elde ederdi. Bugünkü Akdeniz pazarında benzer şekilde liman işletmeleri ve geliştirme projeleri, bölgedeki karbon kaynaklarına kapı açmaktadır. Son yıllarda İtalya, Türkiye, Yunanistan, Mısır ve İsrail’in limanlarını Çin aldı.

 

Çin, Akdeniz’de henüz öncü bir aktör olmasa da bölgede artan yatırımlarıyla nüfuzu yayılan bir güçtür. Bazı yatırımları Arap Baharı olaylarıyla zarara uğramış olmakla birlikte tekrar dikkat çekici seviyelere ulaşmıştır. Çin’in son yıllarda İran ile Suudi Arabistan’ı bir araya getirecek kadar Orta Doğu jeopolitiğinde öne çıkması dikkate şayandır.

 

“Arap Baharı” ile Akdeniz’de tartışılan sadece yer altı kaynaklarının geleceği değil aynı zamanda yer üstündeki güzergâhlar ve limanların artan önemiydi. Arkasına aldığı global finans desteği ve son teknoloji rüzgârlarıyla küresel yayılma (Yol ve Kuşak Projesi) geliştiren Çin, pek çok bölgede ABD’nin üstünlüğünü test etmektedir. ABD ise dev lobilerin rekabetine ev sahipliği yapan bir ülkedir. Bu lobilerin bazıları Çin ile iş birliği yaparken bazıları Çin’i daha sert adımlarla kuşatmaktan yanadır. Mesela Amerikan petrol lobisi, Çin’in müşteri konumundan üretici piyasasına uzanmasına tahammül edemez.

ABD’NİN İÇ MÜCADELESİ DOĞU AKDENİZ’E Mİ YANSIYOR?

11 Eylül 2001 olayları ABD merkezli global petrol ve silah lobisinin önünü açmıştı. ABD, “Taliban teröristlerini yok etmek için” Afganistan’a girdi. Yirmi yıl sonra Taliban ile anlaşarak Afganistan’dan çıktığında Taliban’ı terörist zannedenler tövbe(!) ettiler. Çünkü bu grup artık terörist değildi; bilakis diplomatları dünya başkentlerinde ağırlanan meşru bir iktidar olarak tanındı. ABD’nin yirmi yıllık “terörle mücadele politikası” sona ermişti.

 

ABD dış politikasındaki Cumhuriyetçi “terörle mücadele” yerini Demokratların sahiplendiği “iklim değişikliğiyle mücadele” politikasına bıraktı. Demokrat Parti hükûmetleri bu politikayı uygulamak isteyen lobilerin desteğiyle Amerikan siyasetini ve dünya siyasetini sıfırlayıp yeniden başlatmaya çalışıyor. Ancak Cumhuriyetçi Parti’de yerleşmiş bulunan Amerikan petrol lobisi bu karbon sıfırlamaya şiddetle karşı çıkıyor.

 

İsrail, ABD dış politikasında özel bir yere sahiptir. Washington’da kim iktidara gelirse gelsin İsrail’in güvenliğini en iyi şekilde takip etmekle yükümlüdür. Aynı şekilde Arap dünyasındaki petrol ve gaz, ABD için daima millî güvenlik konusudur. Çünkü global petrol fiyatlarını İngiltere ile birlikte ABD belirliyor ve bu “siyah altın piyasası” Amerikan zenginliğini temsil eden tarihî nimetlerden biridir.

 

Amerikan petrol sektörü büyük ölçüde Evanjelikal Protestan cemaatlerin elindedir. Mainline Protestan cemaatler Demokrat Parti’de yer alırken Evanjelikaller Cumhuriyetçi Parti’yi destekler. Bunların İsrail’deki müttefikleri de farklıdır. Bunlara göre; “Komünist Çin, Amerikan kapitalizmine tehdit oluşturmaktadır.”

TÜRKİYE-İSRAİL-ARAP YAKINLAŞMASI PATLATILDI

7 Ekim’de patlayan “Aksa Tufanı”ndan tam 6 sene önce, 5 Ekim 2017’de “İsrail ve Rusya hamlesinde kim kaybeder?” başlıklı bir yazımda şunu savunmuştum: “Türkiye’nin İsrail ve Rusya ile yeni yakınlaşma tarzı bölge jeopolitiğinde ABD ve İran açısından iyi bir gelişme değil. Amerikalıların bir kanadı eğer Türkiye- İsrail-Mısır enerji işini istedikleri gibi yönetemezlerse önlemeye çalışırlar veya Suriye'nin kuzeyinde koridor açarak rekabeti kızıştırırlar.”

 

Suriye üzerindeki çatışma bugün güneye inmiş bulunuyor. Lübnan, İsrail ve Filistin topraklarını tehdit ediyor. İsrail, Gazze ve Lübnan açıklarındaki kaynakların Avrupa’ya Türkiye ile iş birliği üzerinden bağlanması Rusya, İran ve ABD’nin bir kanadı için hoş bir gelişme değildir.

 

Amerikan petrol lobisi, Trump Hükûmeti üzerinden Orta Doğu’da bir proje kurguladı. Yüzyılın Antlaşması denen bu proje Türkiye’yi dışlayarak Araplar ile İsrail arasında jeopolitik bir ortaklık başlatacaktı. Tam o esnada Evanjelikallerin Türkiye’deki adamı Rahip Brunson tutuklandı; küreselcilerin gazetelerinde yazan bir yazar İstanbul’da öldürüldü. Türk lirasına saldırı yapıldı.

 

Hem Yahudilerin hem Arapların atası sayılan Hazreti İbrahim’e atfen projeye “İbrahim Antlaşması” dendi. Hatta Filistin ve İsrail, petrol-gaz hatlarında ortak yapılacaktı. Siyonist Hıristiyanlık destekçisi olan Evanjelikaller, bu projeye çok destek verdiler; hatta ABD’nin İsrail Elçiliği’ni Kudüs’e naklettiler.

 

Amerikan petrol lobisinin rakibi olan ve siyasette Biden’ı destekleyen küresel kanat, Orta Doğu’daki bu yeni projeyi desteklemiyordu. Amerikan milliyetçilerle çalışan İsrailli Netanyahu, Suudi bin Selman ve Ebû Dabili bin Zayed liderliğindeki ülkeler, 2020 ABD seçimlerinden sonra Washington’dan tehdit edilmeye başlandı.

 

Seçimlere itiraz eden Trump Hükûmeti kanlı 6 Ocak Olayları ile devrilince ABD’de iktidarı geri alan küreselci lobi; Rusya, Türkiye, İsrail, Suudi, Abu Dabi hükûmetlerine karşı radikal adımlar atmaya başladı. Esecek rüzgâra karşı Türkiye, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE arasında hızla bölgesel iş birliği hamleleri atıldı. Bu elbette karbon politik çıkarlar üzerinde gelişti.

 

Karbon politik, artık ABD’deki iki kanatlı iç mücadelenin bir kanadına destek, diğer kanadına tehdit olarak görülüyor. Amerikan petrolüyle beslenen Evanjelikal kanat, aynı zamanda İsrail devletinin en güçlü destekçisidir. Ancak bunlar İsrail’in milliyetçi-muhafazakâr kanadıyla yakınlar; seküler-liberal kanatla araları iyi değil. Aynı şekilde ABD’deki Yahudilerin çoğu ile de pek anlaşamazlar.

 

Amerikalı çoğu Yahudi’ye göre Evanjelikaller, Müslümanlar gibi Yahudilere menfi bakan bir kitledir. Çünkü Evanjelikal inanca göre “bütün Yahudiler önce Hazreti İsa’nın ‘kehaneti’ gereği Filistin’de toplanacak ve sonra Hıristiyanlığa geçecekler.”

 

Evanjelikallerin hiç sevmediği ve Hıristiyanlığa tehdit görüp lanetlediği Biden Hükûmeti, Orta Doğu’daki mevcut hükûmetlerle zıtlaşıyor. Biden, bölge geleceğinde bazı siyasi liderleri görmek istemiyor. Bunlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Netanyahu ve Veliaht Muhammed bin Selman gibi isimlerdir.

 

Biden Hükûmeti hem seçim kampanyasında hem de Beyaz Saray’a geçişinden sonra esas tehdidi global petrol lobisinin Rus ayağını idare eden Putin’e yapmıştı; Ukrayna savaşıyla bu tehditlerin nasıl gerçeğe dönüştüğünü görmüş olduk. 7 Ekim’de Aksa Tufanı İsrail’i vururken Başkan Biden Beyaz Saray’da mangal partisindeydi.

 

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in aynı zamanda bir Yahudi olarak İsrail’e gidip yaptığı basın açıklaması bunu tipik bir Yahudi dayanışması gibi görenleri yanıltabilir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Blinken’in temsil ettiği hükûmet, Netanyahu Hükûmeti ile anlaşamayan bir hükûmettir. Blinken, Netanyahu’nun yüzüne bakarak kameralar önünde “buradan hiçbir yere gitmiyoruz” dedi. Acaba ABD’yi Doğu Akdeniz’den ve İsrail’den uzaklaştırmaya çalışan bir güç mü var?

 

 

 

İSRAİL’İN İÇ MESELESİ

 

 

 

ABD’de Demokrat Parti iktidara gelince İsrail’in sürüklendiği iç gerilim dikkat çekicidir. Son yıllarda İsrail ordusu ile hükûmet arasında büyük bölünmeler yaşandığını unutmamak lazım. Netanyahu’nun milliyetçi muhafazakâr hükûmet modelinin dayatmaları özellikle hava kuvvetlerinde ve İsrail yargısında büyük bir darbe olarak görülüyordu.

 

İsrail’in “Demir Kubbe” adlı dillere destan hava savunma sisteminin 7 Ekim günü birden nasıl durduğu dikkat çekicidir. Bu “Kanlı Ekim” patlamasından sonra İsrail iç siyasetinde nasıl kırılmalar veya değişimler yaşanacağını zaman gösterecektir.

 

Şimdilik bölge ülkeleri arasındaki iş birliği ve pazarlık masasının devrilmek üzere olduğunu söyleyebiliriz. ABD’yi her alanda rahatsız eden Çin’in İsrail ile son yıllarda giriştiği ilişkileri de göz ardı etmemek gerekir. Çin’in geçtiğimiz yıllarda Lübnan ve İsrail ile görüşmeleri sürerken yaşanan Beyrut patlaması, Çin elçisinin İsrail’de ölmesi ve nihayet Aksa Tufanı elbette tesadüf olabilir; keza aralarında ilişki de olabilir.

 

Doğu Akdeniz’de acımasız yüzünü gösteren jeopolitik rekabet, masum insanların hayatı üzerinden tezahür ediyor. İsrail ile Filistin, sınırları belli iki komşu olamayıp sürekli birbirleriyle savaşmak zorunda kalıyor. Acaba çatışmalar bu iki kavmin kendi tercihi midir; yoksa onların tercihini etkileyen başka aktörler sonuca onlardan fazla mı etki ediyor? Mesela bir gün Hamas da Taliban gibi hedefe ulaşıp meşru hükûmet sayılırsa bu neyin sonucu olacaktır? Soruları artırabiliriz…

 

Bu bölgedeki jeopolitik düğüm, Agatha Christie’nin “Şark Ekspresinde Cinayet” romanı gibi pek çok failden oluşuyor. Aktörlerin sadece birini suçlamak mümkün değil. Netanyahu’nun aylar önce söylediği bir sözü hatırlayalım; “Ülkemizdeki karışıklıkları dış aktörler tetikliyor” demişti. Elbette kastettiği İran veya Hamas değildi. Türkiye ile de tam anlaşmak üzereydi. Ekim 2023’te Filistin’e zulüm, İsrail’e darbe yapıldı. ABD başkanlık seçimlerine tam 1 yıl kala…

 
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.