Hazret-i Osman (Radıyallahü anh)

A -
A +

Umre mevsimi başladı başlıyor, gidenler iyi bilir bu mevsimde Medine çarşıları arı kovanını andırır. Hele Mescid-i Nebi'nin dağıldığı vakitlerde iğne atsanız yere düşmez. Kasetçiler, tespihçiler, hurmacılar... Bulutuna girip girip çıktığınız kebabçılar, baharatçılar, ıtriyatçılar... Nargile kahveleri, billurcular, bezzazlar. Çekik gözlüler, siyahiler, beyazlar... Entariler, keyfiyeler, şalvarlar... Ve sesler: "Ne alırsan bir riyal"cılar... "Şerbete gel"ciler... "İnciye buyrun"cular... Biliyor musunuz bu çarşının garip bir özelliği vardır. Yıllardır görmediğiniz bir çocukluk arkadaşı ya da simasını unutmaklı olduğunuz bir baba dostu ansızın karşınıza çıkar. Birileri omuzunuza dokunuverir, dönersiniz "sürpriz!" İşte kaldırımları turladığımız günlerden birinde İstanbullu abilerimizden birine rast geliyoruz. Boşboğazlık değil mi lâf atasımız tutuyor. "Hacı hacı" diyoruz "buraya çarşı pazar dolanmaya gelmedin herhalde?" O bizi duymuyor bile. Girdaplaşan kalabalığa bakıp "Biliyor musunuz" diyor, "kimbilir, bu sokaklar nelere şahit oldu?" "Nelere şahid oldu" diye sormamıza fırsat vermeden iki menkıbe anlatıyor. Nasıl mı şöyle: Hazret-i Ali'nin (Kerremallahü vecheh), Resulullah Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) edep ve hayâ timsali kızı Fatıma'ya (radıyallahu anha) talip olduğu ve kutlu nikahın müjdelendiği günlerdir. Gelgelelim o ordular dağıtan yiğit şaşılacak kadar fakirdir. Bırakın davetli ağırlamayı, kendini zor doyurur. Ev kurmak şöyle dursun, boş çömlek, kuru kâse edinecek gücü yoktur. O devrin Medine evleri çok sadedir. Hele yeni evlenenler için dört kerpiç duvar, bir yaprak çatı yeter. Hurma lifinden bir yatak, ufak bir hasır ve üç beş parça kapkacak... İyi de Hazret-i Ali'de metelik ne arar? Tek serveti kılıcı ve zırhıdır. Allahın arslanı sayısız hatırası olan kılıcına (Zülfikar'a) kıyamaz. Ama bundan böyle zırhsız da savaşabilir. Öyla ya herkesin zırhı mı vardır? Olacak bu ya (ya da bakın şu tevafuka) o gün Hazret-i Osman da (radıyallahu anh) pazar yerinde dolanmaktadır. Tellâlın elindeki zırhı görür ve tanır. Adamcağızı kenara çekerek sorar: - Sahibi ne istiyor buna? - 400 dirhem. - Pazarlık edebiliriz değil mi? - Az birşey kırmaya yetkimiz var tabii, yeter ki sen talip ol. - İtiraz etmeyeceksin ama. - Ne diyebilirim ki? Teklif edeceğiniz bedeli bilmiyorum daha. - 800 dirhem! - Anlayamadım? - 800 dirhem! - Alay etmiyorsunuz ya. - Buyur paranı. - Aklım almıyor. - İstersen aklını hiç yorma. - Böyle ticaret mi olur? - Asıl ticaret böyle olur. Tellal bedeli alır, zırhı bırakır. Tam ayrılırken Hazret-i Osman onu durdurur. - Senden bir şey daha rica etsem. - Tabii buyrun. - Şimdi bu zırhı al ve götür ver sahibine. Eğer satmakta ısrar ederse, bana getir yine. - Bir daha mı alacaksınız? - Evet, gerekirse bin kere. Tellal şaşkındır. Bir elindeki dirhemlere bakar, bir kucağındaki zırha. Hazret-i Osman mı? O çoktaaan karışmıştır kalabalığa. İşte o İstanbullu ağabeyimizin ibretli ibretli baktığı kalabalığa. İkinci menkıbe mi? O da yarına...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.