İmâm-ı Rabbânî’nin tecdit mücadelesi

A -
A +

PROF. DR NECDET TOSUN
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
ntosun@marmara.edu.tr

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (Serhendî) hazretlerinin (ö. 1034/1624) yaşadığı dönem olan 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında Hindistan’da Bâbürlüler Devleti hüküm sürüyordu. Bu dönemde devletin başında Ekber Şah ve ardından Cihângîr padişahlık yapmıştı. Ülkede birçok îmar ve kültür faaliyetleri sürüyordu. Ancak dinî ve içtimaı hayat çalkantı içindeydi. Müslümanlar ile Hindular arasındaki mücadeleler devam ederken, Ekber Şah -muhtemelen ülkedeki iktidarını güçlendirmek niyetiyle- Hindulara yakınlık göstermeye başladı. Bununla da kalmayıp “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni bir din ortaya attı. Bu gelişmelerden endişelenen İmâm-ı Rabbânî sarsılmaya başlayan dinî esasları muhafaza etmek için mücadeleye başladı. Yazdığı eserler ve mektuplarla Müslüman halkı ve idarecileri İslâmî kurallara bağlı olmaya çağırdı.
Ekber Şâh’ın desteklediği doğru yoldan sapmış âlimlerden Fârig-i Tebrîzî peygamberliği inkâr eden (Redd-i Nübüvvet hakkındaki) eserini kaleme almış[1], İmâm-ı Rabbânî de bu tür fikirlere karşı cevap mahiyetinde “İsbâtü’n-nübüvve” (Peygamberliğin İspatı) isimli eserini yazmıştır. “İsbâtü’n-nübüvve” isimli bu eser hem Fârig-i Tebrîzî’ye hem de onu destekleyen hükümdar Ekber Şah’a karşı yazılmış bir eserdir ve bu eseri yazdığında İmâm-ı Rabbânî henüz yirmi yaşlarında bir gençtir. O dönemde Hindistan’da birçok âlim vardı. Ancak onların çoğu padişaha ve onun uydurduğu dîn-i ilâhîye karşı eser yazmaktan çekindiler, hakkı söylemekten korktular. Bu sebeple isimleri tarihin sayfalarında unutulup gitti. Ama İslamiyeti ve hakkı savunmak adına dik duran, korkmadan padişaha ve destekçilerine karşı reddiye yazabilen İmâm-ı Rabbânî bugün dört asır sonra bile saygı ve rahmetle anılmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî, o dönemde Hindistan’daki bazı eğitimsiz Müslümanların Hindu dinî merasimlerine katıldıklarını, birçok Müslüman kadının, Hinduların suçiçeği hastalığını iyileştirdiğine inandığı "tanrıça"ya dua ettiğini kaygıyla anlatmaktadır[2]. Ayrıca Müslümanların ibadette ve kıyafette bazı bid’atlar çıkardıklarını[3], Hindistan’daki kâfirlerle dostluk kurup onların geleneklerine uyduklarını üzülerek anlatır. Bir mektubunda şöyle diyor:
“Bir defasında ölüm döşeğinde bir hastayı ziyaret etmiştim, onun durumuna baktığımda kalbinin çok şiddetli karanlıklarla dolu olduğunu hissettim. O karanlıkların ve zulmetlerin kalkması için her ne za­man kalben uğraşıp teveccüh ettiysem de o zulmetler kalkmadı. Birçok çaba ve manevî nazardan sonra anlaşıldı ki, o zulmetler onda gizli olan bir küfür sıfa­tından kaynaklanmıştı. Ve o kötülüklerin kaynağı da kâfirlerle olan dostluğu idi. Nihayet anladım ki, o zulmetleri, karanlıkları kaldırmak için teveccüh edip çalışmak doğru değildir. Zira onun arınması küfrün cezası olan cehennem azabına bağlıdır…” (Mektûbât, c. 1, no. 266).
İmâm-ı Rabbânî kendi döneminde dünyaya düşkün kötü âlimlerin topluma zarar verdiğini belirtmekte, onlar hakkında bir mektubunda şöyle demektedir: “Büyüklerden birisi şeytanı boş otururken gördü. Şeytan insanları yoldan çıkarmak ve vesvese vermekle zihnini meşgul etmiyordu. O zât bu işin hikmetini sordu. Şeytan: ‘Bu dönemde kötü âlimler bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar’ diye cevap verdi”[4].
O dönemde Hindistan’daki dinî hayatın bu yapısı İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’yi İslâmiyet’i hem destekleyip güçlü bir hâle getirme, hem de hurafelerden arındırarak tekrar saf hâline çevirme ve yenileme (tecdîd, ıslâh, ihyâ) düşüncesine güçlü bir şekilde sevk etmiştir. Bu gayeyle İmâm-ı Rabbânî o dönemin önde gelen bürokratlarına birçok mektup yazıp onları teşvik etmiş, ayrıca dostlarına yazdığı mektuplarla ve diğer eserleriyle çevresindeki insanları İslamiyet’i doğru anlama ve doğru yaşama konusunda ikaz etmiştir.
Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Cihângîr, İmâm-ı Rabbânî’nin müritlerinin çoğalmasından endişe etmiş, bazı bahaneler öne sürerek onu bir sene hapsetmiştir[5]. Cihangîr, sorgulamak gayesiyle İmâm-ı Rabbânî’yi sarayına getirttiğinde, o dönemin âdeti olarak kendisine selamlama secdesi yapmasını beklemiş, İmâm-ı Rabbânî ise “Ben Allah’tan başka kimsenin karşısında eğilmem” diyerek selamlama secdesi yapmamış, hapsedilmeyi göze alabilmiştir. Hapiste kaldığı bir yıl boyunca mahkûmlara İslamiyeti anlatıp birçoğunun Müslüman olmasına vesile olmuştur.
İmâm-ı Rabbânî tasavvufta yanlış anlaşılan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Bazı cahil sûfîlerin tasavvufu fıkhın üzerinde görmelerini doğru bulmamış ve şöyle demiştir: “İnsanlar kıyamet günü ancak şeriattan (dinin emir ve yasaklarından, fıkıhtan) sorumlu olacaklardır, tasavvuftan değil”. “Tarikat ve hakikat, şeriatın hizmetindedir”. “Önce Ehl-i sünnet üzere itikâdı düzeltmek, sonra fıkhı öğrenmek lâzımdır. Daha sonra sıra tasavvufa gelir”. “Bir Müslüman için üç şey gereklidir: Birincisi, itikadını Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine göre düzeltmelidir. İkincisi, âlimlerin tarifi ve ictihadları doğrultusunda dinî görevlerini icrâ etmelidir. Üçüncüsü meşâyıhın tarîkatında mânevî terbiyeye girmelidir. Bunlardan ilk ikisi İslâm’ın esasıyla ilgilidir ve şarttır. Üçüncüsü (tasavvuf yoluna girmek) ise kemâl ve manevî olgunluk ile ilgilidir.”
İmâm-ı Rabbânî zikir konusunda da önemli ve farklı görüşlere sahiptir. Ona göre zikir sâdece belli virdleri okumak değildir. Dinî kurallara ve adabına riayet edilerek yapılan ticaret (alışveriş) de zikir sayılır. Keza gözleri görmeyen bir âmâyı yoldaki çukura düşmekten kurtarmak da aynen zikir gibidir, hatta daha faziletlidir. Ancak Allah’ın isim ve sıfatlarını anarak yapılan zikir çabuk tesir edici olup Allah’a karşı sevgi oluşturur ve O’na çabuk ulaştırır.
İmâm-ı Rabbânî Mebde’ ve Me'âd isimli eserinin 13. bölümünde şöyle buyurur: (Dört unsurdan) Hava unsuru, ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makamına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak teâlâ zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makamında bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi. Meşâyıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak teâlâ diye ruha taptım. O makamdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı.”
İmâm-ı Rabbânî Ma'ârif-i Ledünniyye isimli eserinin 27. bölümünde aynı konuda şöyle buyurur: Bâzen sâlikin nazarı ruhlar âlemine düşer. O âlemi, vücûb mertebesi (ilâhî âlem) ile ilişkisinden dolayı Hak teâlâ olarak düşünür. Oysa bu ilişki sâdece sûrettedir. Sâlik o âlemi görmeyi, Hak teâlâyı görmek zanneder. Bu müşahededen haz ve lezzet duyar. Ruhlar âleminin cesedler (cisimler) âlemi ile biraz irtibatı olduğu için o âlemin (ruhlar âleminin) görülmesi, bu âlemde kesrette vahdeti müşahede (çokluk içinde birliği görmek) olarak algılanır. Sâlik (tasavvuf yolcusu), ihâta ve maiyyetin zâtî olduğuna, yani Allah’ın âleme zâtı ile yakın olduğuna hükmeder. Bu hayaller ile matlûb-i hakîkî olan Allah’a terakkî ve vuslat yolu sâlike kapanır. Onu bu mertebeden geçirmezlerse ve bâtıldan hakka götürmezlerse vah ne hasret! Şeyhlerden bazıları bu makâmda otuz sene Allah diye rûha tapmışlardır. O makâmdan geçirildikleri zaman onun kötülüğünü anlamışlardır. “Bizi buna hidâyet eden Allah’a hamd olsun. Allah bizi doğru yola ulaştırmasaydı biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir.” (el-A'râf, 7/43)
Tasavvuftaki vahdet-i vücûd (varlığın birliği) inancının tasavvufta bir mertebe olduğunu ifade eden İmâm-ı Rabbânî, onun aşılarak vahdet-i şuhûd mertebesine, oradan da abdiyyet makâmına ulaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu konuyu güneş ve yıldızlar örneği ile şöyle anlatır:
Gündüz güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnada bir kimsenin “Gökyüzünde yıldız yok, sadece güneş var” demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir. Yani İmâm-ı Rabbânî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde güneşten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak güneşin yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.[6]
İmâm-ı Rabbânî’nin, kendi dönemindeki yöneticilere karşı mücadelesi ve ilkeli duruşu sonraki asırlarda özgürlük mücadelesi yapanlara ilham kaynağı olmuştur. 20. yüzyılda Hindistan’ın özgürlüğü için mücadele verenlerden Ebu’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958), İmâm-ı Rabbânî’yi “Hint Müslümanlarını zalim idarecilerden, bozulmuş sûfîlerden ve dünya peşinde koşan âlimlerden kurtardığı için” övmüştür...
Netice olarak, İmâm-ı Rabbânî yaşadığı dönemde Hindistan’da üç önemli iş yapmıştır: 1. Dîn-i ilâhî gibi yanlış ve sapkın dinî anlayışlarla korkmadan mücadele etmiştir. 2. Müslümanlar arasındaki bidat ve hurafeleri temizlemek için çalışmıştır. 3. Tasavvufta yanlış anlaşılan bazı ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur. Bir Nakşibendî şeyhi olan İmâm-ı Rabbânî yaptığı bu toplumsal hizmetler ve yenilikler sebebiyle hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) olarak kabul edilmiştir. Mektûbât isimli üç ciltlik eseri ve diğer bazı eserleri Türkçeye de tercüme edilmiş olan İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle yâd ediyoruz.
.....
[1] Takıyyüddin Evhadî, Arafâtü’l-âşıkîn (nşr. Z. Sâhibkârî- A. Fahreddin), Tahran 2010, II, 1063.
[2] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Karaçi 1392/1972, III, 363 (no. 41).
[3] AhmedSirhindî, ae, I, 124 (no. 47).
[4] İmâm-ı Rabbânî, ae, I, 96 (nr. 33).
[5] Detayları için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.
[6] Ahmed Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no: 43).

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.