16 Nisan Referandumu bize ne söylüyor?

A -
A +

Siyaset, sosyoloji işidir. Sosyolojiyi doğru okuyan, az biraz rüzgârda siyasi kariyerinin yelkenlerini şişirir.

Sosyoloji ne kadar sosyal bilimlerin konusu olsa da matematiksiz eksik kalır. İyi bir sosyolojik tahlil için, iyi bir matematik okuması, istatistik gereklidir. Zira dünyadaki bütün hatalar, tecrübe edilerek çözümlenemez ve bitirilemez. Buna ne enerji yeter, ne de ömür… Dolayısıyla istatistik ilmiyle, doğru yön çizmek ve enerjinin verimli kullanılması mümkündür. Ancak bu sayede doğru bir sosyoloji ve kazanan bir siyaset üretilebilir.

Türkiye nüfusu yaklaşık 80 milyon. Seçmen sayısı ise 55 milyon civarında. Her bir senede yaklaşık 200 bin yeni seçmen oy kullanma hakkı elde ederken, 150 bin seçmen hakka teslim oluyor.

16 Nisan 2017 referandumunda, 55 milyon seçmenden yaklaşık 50 milyonu sandığa gitti. 49 milyon kişinin oyu geçerli sayıldı. Ayrıca, elimizde sandığa gitmeyen 5 milyon seçmen ve gittiği halde oyu geçeriz sayılan 1 milyon seçmen bulunuyor.

Ara not: 1 milyon geçersiz oy söz konusu ise sistemin baştan aşağıya gözden geçirilmesi elzemdir. Pusulasından mührüne kadar… Her şey. Kısaca, sistem basitleştirilmeli…

Akıllı bir sosyolog/siyaset bilimci sırf bu 1 milyon geçersiz oyu bile doğru bir stratejiyle kendine yöneltebilir, işletebilir. Yüzde 2’den bahsediyoruz. Az buçuk bir rakam değil.

Daha akıllı ve kıvrak bir siyaset bilimci ise sandığa gitmeyen 5 milyon seçmenin hiç değilse 3 milyonun, yani yüzde 6'lık bir kesimin oyunu kendine çekebilir. Doğru okuma, analiz etme ve doğru stratejiyle bu da mümkün.

2011 ve sonrası seçimlerin tamamı bize şunu anlatıyor. AK Parti’nin oyu, kırdan kente, daha az eğitimli seçmenden daha çok eğitimli seçmene, yaşlıdan gence doğru azalıyor. Ülke ortalamasında yüzde 49,5 alan AK Parti; 40 yaş altı seçmenden yüzde 40, şehirliler arasında yüzde 35, üniversite mezunları arasında belki yüzde 30 alamıyor. Bu istatistikî veriler de AK Parti’nin bir revizyona ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Elbette bu durum terse dönemeyecek veya önü alınamayacak bir durum değil.

Peki, ne yapılmalı?

1- Kırdakileri ve daha az eğitimli seçmeni etkilemek için kullanılan duygusal, hamâsî dil tamamen kesilmemek şartıyla biraz azaltılmalı; akılcı, rasyonel söylemler ile derinleştirilmeli. Gerek ekonomi, gerek dış politika, gerek ise milli eğitim politikalarında buna fazlasıyla ihtiyaç var. 

Her üniversite mezununun az çok ekonomi eğitimi aldığı ülkemizdeki insanlar; dolar lobisine bağırmayla, inşaata dayalı üretmeyen ekonomiyle, döviz bozdurma seferberliğiyle, yurtdışındaki vatandaşlarımızın düğünlerini Türkiye'de yapmasıyla ekonominin düzelmeyeceğini bilir. 

2- Ülkenin hemen her yerine hâkim olan emanetin, makamın, gücün; liyakate göre değil de, sadakate göre dağıtılmasından derhal vazgeçilmeli. Hiç değilse görünür alanlarda.

Televizyonlarda, sosyal medyada, gazetelerde, belediyelerde, kamu kurumlarında, üniversitelerde, parti teşkilatlarında, STK'larda hâkim olan bu kifayetsiz muhterislerden (ihtiras sahibi olan/liyakati olmayan) derhal vazgeçilmeli. 

3- Doğrudan ve dolaylı olarak toplanan vergideki ‘dolaylı verginin’ ağırlığı da azaltılmalı. “Vergiden vergi alırım” gibi, “kaçabilen kaçar, yakaladığımdan kepçeyle alırım” tarzı vergi toplama politikasından da vazgeçilmeli.

4- Sûnî, estetikten yoksun şehirleşme anlayışı terk edilmeli. Her evde bilgisayar ve internet, her cepte de bir internet var. İnsanlar yurt dışına çıkmasalar bile, Google Maps’teki sokak görünümlerine girerek; batıdaki şehirleri, mahalleleri, binaları, yapıları gezebiliyor ve müşahede edebiliyorlar. Doğal olarak da bunu talep ediyorlar.

“Eli tabletli gençlik” diye yola çıkıp, her eve her cebe internet girmesi yönünde politikalar izlersen; Birmingham ve California’dakine benzer şehirleşme anlayışının talep edilmesini de göze alman gerekir.  

Batıdaki şehir ve şehirleşme uygulamaları internetten görülmese bile, insanca yaşamak her bireyin hakkı.

Zira, altyapı hizmetlerini ucuza getirmek adına, insanları; hem çok katlı beton yığınlarının arasına hapsetmek, hem de onlardan oy beklemek paradokstan başka bir şey değildir.

Velhâsıl, daha bunlar gibi on madde daha oluşturulabilir. Yukarıdaki maddelerle hemen el atılması gereken konu başlıklarını ele almaya çalıştım. Buradaki dört madde aşılması çok zor konular değil. Hem kentliyi hem kırlıyı, hem yaşlıyı hem genci, hem eğitimliyi hem daha az eğitimliyi aynı politikada buluşturup aynı anda memnun etmek zor değil. Yalnızca biraz ince işçilikle, ince düşünmeyle, sonucu değil süreci önemseyecek olursak üstesinden gelinebilecek meseleler…

 

               ***


Referandum sonucuna gelince…

Tartışmanın bir fayda getireceğini zannetmiyorum. Eleştiri mefhumu ise her daim devrede olmalı. Fox Tv, sandıklar açılmaya başlandığı andan itibaren havanda su dövdü durdu. Bu duruma, referandum programının konuğu olan Gazeteci-Yazar Ertuğrul Özkök bile dayanamayarak, "arkadaşlar bu sonuç pek değişmez. Budur yani. Gelin Türkiye'nin yarınını konuşalım" dedi. Gün, Türkiye’nin yarınını konuşma günüdür.

Ben de aynısını söylüyorum. Yüzde 51-52 arasında çıkan evet sonucu gayet tabiî bir neticedir. Başkanlık seçimleri ve Halk oylamaları (referandum), genel seçimler gibi sonuç vermez. Ekseriyetle başa baştır.

Misal; Birleşik Krallık, Avrupa Birliği'nden ayrılma referanduma yüzde 51.9 ile evet dedi.

Donald Trump ABD'ye, bir puan bile değil, yüzde 0.4 farkla Başkan oldu.

Dolayısıyla, halkımızın; ‘Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi Referandumu’na katılımının yüzde 85 civarında olması, sandığa olan inancını göstermekte ve evet oranını da tartışmasız bir şekilde meşru kılmaktadır.

               ***

İstanbul ne dedi?

Türk siyasetinde tüm yükselişler ve tüm düşüşler İstanbul ile başladı. Refah Partisi, İstanbul’u alarak TBMM’ye girdi. Ve bu rüzgârı AK Parti sürdürdü. 1994’ten beri ilk defa İstanbul terse döndü. Bunu iyi tahlil etmek gerekiyor. İstanbul kaybedildiğinde, İstanbul’un yüzde 20’lik oranından çok, rüzgârı etkili olur. Yukarıda bahsettiğimiz başat meseleler göz ardı edilirse, İstanbul rüzgârının bir iki seçimde tüm Türkiye’yi etkileme ihtimali söz konusudur.

Yurt dışı ne dedi?

Yurt dışı sonuçlarına bakacak olursanız; “beyin göçü” ve “işçi göçü” diye net bir şekilde oluşan ayrımı görebilirsiniz. “Hayır” çıkan yerlere beyin göçü, “Evet” çıkar yerlere ise işçi göçü olmuştur. ABD ve Birleşik Krallık’ta evet diyenlerin oranı yüzde 15’lerde iken; Almanya, Hollanda ve Fransa’da yüzde 65’lerdedir. Ayrıca ekseriyetle Arap ülkelerinde (Bahreyn, Kuveyt, BAE, Irak, Katar) hayır oyları azımsanamayacak yüzdeliktedir. Bu tabloyu bu şekilde okumak gerekir.

Ve son olarak…

İçinde bulunduğumuz bu sosyal durumdan bir Cemil Meriç ve bir Nurettin Topçu çıkarabilir miyiz? Bunu da biraz düşünelim derim…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.