FATİH

A -
A +

Fâtih’i büyük yapan vasıflara yabancıyız. Her birini teker teker saysak dahi yabancıyız. Adâlet deriz ama hocasından dayak yiyen bir şehzâdeye aklımız ermez. Kahramanlık deriz ama dilîrleri mahcûb eden bir hâkâna muhayyilemiz yetişmez. Gayret deriz ama cehdinden dudağı çatlayan bir pâdişâha nefesimiz yetmez. Kânûnnâme-i sultânî ber mûceb-i örf-i osmânî bizi tâkatsiz bırakıyor: “…kimesnenün bir habbesi bir pulı, benümçün de olursa, ziyâde alınmalu olmaya…” Bu ve benzeri evsâfın bizde gölgesi onlarda hakîkati var. Müctehidle mukallid arasındaki fark gibi…
 
Osmanlı çarkı çift-hâneden dîvâna, bîveden sultâna kadar saat gibi işliyor. Hiçbir noktasında boşluk yok. Dolayısıyla böyle bir ortamda Fâtih olmak biraz daha kolaylaşıyor. Buradaki kolaylaşmayı mümkin hâle geliyor diye anlamak lâzım. Yoksa o cihângîrin meziyyetleri ortada. Hiç kimse güneşi balçıkla sıvayamaz!
 
Bugün yaşadığımız birçok problemin çözümünü Fâtih’de buluyoruz. Sür’ati, sür’at-i intikâlinden geri kalmıyor. Bizse her ikisinde de yavaşız. Hem de haddinden fazla. Çok geç anlıyoruz. Fi’le geçmemiz de öyle. Sâdece hâricî mes’eleler karşısında değil dâhilî olanlarda da… Elbette bunda devleti henüz tam ma’nâsıyla ele alamayışımızın payı büyük. Ne var ki bu hâl mes’ûliyyetimizi ortadan kaldırmıyor. Sultan Mehmed’in ba’zı hâdiseler karşısında uzun mesâî harcadığı doğruysa da bunun sebebi yavaşlık değil keyfiyyetin kesbettiği vaz’iyyetdir. Meselâ İskender Bey isyânı böyledir. İlbasan kal’asını yirmi beş günde inşâ etdiren Fâtih’e rağmen haçlılardan aldığı destekle koca devleti senelerce meşgûl etmişdir.
 
Adam seçmede büyük za’f içindeyiz. Doğru şahsı doğru makâma getiremiyoruz. En azından yapdığımız yanlışlar ma’kûl nisbetin çok üzerinde. İşlerimize davulla zurnayla teşebbüs ediyoruz. Bu sûretle düşmana tedbîr alma imkânı sunuyoruz. Büyük hünkârın son seferi nereyeydi? Hadi buyurun. Beş yüz sene geçmiş olsa da tahmînden öte bir şey söyleyemiyoruz. Çağ atlamak için çağını aşan silâhlara sâhib olmak gerekdiğini bilmiyoruz. Şâhî topların bugünün nükleer silahları olduğunu kafamıza yazalım. Hedefi düşürecek adımları atmakdan çok uzağız. Küçük şeylerin meftûnuyuz. Eğer yapabilirsek derin bir tefekküre dalmanın tam vakti…
 
Ekonominin kuvvetli olması hürriyyet ma’nâsına gelmiyor. Almanya’nın durumu buna en güzel misâl. Nitekim Merkel köleliği i’lân etdi. Artık Avrupa kendi yolunu çizebilmeli dedi. Avrupa dediği Almanya’dan başkası değil. Trump buna kapıları kapatdı. Twitter hesâbından: “Almanya ile devâsâ ticâret açığımız var. Bir de NATO’ya ödemeleri gereken parayı vermiyorlar. ABD için çok kötü. Bu değişecek” diye yazdı. NATO’ya ödemeleri gereken para ta’bîri sizi yanıltmasın. Bunun âidât gibi bir şey olduğunu zannetmeyin. Söz konusu meblağ Almanya’nın içini boşaltacak kadar büyük. Üstelik borç falan da değil. Müstemleke olmanın bedeli. 400 milyar dolara yakın bir paradan bahsediliyor. Bu arada son olarak Horasan’daki Alman büyükelçiliği havaya uçuruldu. Demek ki mesajı almamakda direndiler. Patlamanın sebeb olduğu zarara bakılırsa epeyce devlete akıllı ol dendi. İşin Türkçesi şu: İktisâdî yapınız ne kadar kuvvetli olursa olsun onu koruyacak merminiz bulunmuyorsa hepsi kocaman bir sıfır. Japonya’nın farklı bir hâlde olmadığını da yeri gelmişken ekleyelim. Hadi varın vaz’iyyetimizi değerlendirin. Ne ekonomi olması gereken yerde ne ordu. Başa güreşmeyi bırakın başaltına bile uzağız. İyi de bu satırlarda Fâtih’le ilgili bir şey yok. Olmaz mı? Bütün bunların tersi Ebu’l-feth’i anlatıyor! Molla Hüsrev’in, Molla Gürânî’nin, Molla Yegân’ın, Molla İlyâs’ın, Molla Abdülkâdir’in, Molla Hayreddîn’in, Hızır Bey’in, Hâce-zâde Muslihuddîn’in, Akşemseddîn’in, Sirâcüddîn Halebî’nin, Hasan Samsûnî’nin sarıp sarmaladığı veyâ çepeçevre sardığı devlet adamı, asker, ilim adamı, kâşif, şâir ve daha birçok vasıfla mücehhez Ebu’l-feth’i…
 
“İmtisâl-i “câhidû fillâh” olubdur niyyetüm/Dîn-i islâmın mücerred gayretidür gayretüm/Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile/Ehl-i küfrü ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm/Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm/Lutf-ı Hak’dandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm/Nefs ü mâl ile nola kılsam cihânda ictihâd/Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm/Ey Mehemmed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile/Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm”deki rûhu yaşayabilsek mes’ele halledilmiş olacak. Bu şi’ri yaşayan hayâtını cihâda adar. Başka hiçbir şeyi gözü görmez. Dîn-i mübîn-i islâmı yeryüzünün her köşesine duyurmak ve dîn düşmanlarını kahretmek için bir dakîkasını boş geçirmez. Amansız bir gayretle bunları te’mîne çalışır. Kâfirlerin alçaklığını bilir fakat kibirli değildir. Vakardan ayrılmaz. “Enbiyâ vü evliyâya…” diye başlayan beyt gereğince aslâ ve kat’â “mezhebsizlik batağı”na saplanmaz. Ehl-i sünnetin neferi olur. Aklı nakle tâbi kılar. Bir hiç olduğunu bilir ve o hiçlikle zirveye çıkar…
 
İlk Osmanlılar da son Osmanlılar da ehl-i sünnetdi. Heterodoks kafalara bakmayın. Onlar ya gaflet ya hıyânet içinde. Orhan Gâzî’nin sikkesinde hulefâ-i râşîdînin mübârek isimleri var. Devlet Hazret-i Osman’ın ismini taşıyor. Bunlar varken başka delîl aramak ahmaklık. Aslında delîl aramak ahmaklık. Şems orada duruyor. Fâtih gibi inanmadan menzile varamayız. Küfür kokan, küfre bulaşan veyâ bütünüyle küfür olan bu bozuk i’tikâdı atıp Hazret-i Fâtih’deki o temiz i’tikâdla i’tikâdlanmak zorundayız. Kalbimizdeki “ehl-i sünnet vel-cemâ’at” mührü kurtuluşumuzun anahtarı olacakdır!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.