İlk defa böyle itibarlı bir vazife alacaktı...

A -
A +

Güneş, bulutların arasından süzülürken, bir araba tozu dumana katarak yol alıyordu...

 
 
Miladi 1300-1400’lü yıllar… Osmanlı İmparatorluğunun yükselmeye başladığı, Rumeli’de ve Anadolu’da hızla büyüdüğü, düşmanlara korku, dostlara güven verdiği senelerdi… Hızından, hareketliliğinden, cesaret ve gözü karalığından dolayı Yıldırım lakabı takılmış padişahın büyük idealleri vardı…
 
        KÖSTEBEK
 
Güneş bir ateş topu gibi bakır rengi bulutların arasından süzülüp, mor dağların üzerinden kayarken üzeri kapalı bir araba uçsuz bucaksız ovada tozu dumana katarak yol alıyordu.
İki yağız atın çektiği yaylı araç, toprak yağmuru altında arazinin rengini almış, iyice kamufle olmuş gibiydi. Kukuletalı sürücü acelesi varmışçasına atları kırbaçlarken güneşin battığı tarafa dönüp elini siper ederek baktı. Belli ki geldiği yolun derinliklerinde bir şeyler aramaktaydı. Toz bulutu arasından peşinden gelenlerin olmadığına kanaat getirince de arabanın içindeki yolcuya dönüp;
-Efendim keyfinize bakın, meraklanacak bir şey yok, diyerek virajı döndü ve bir ayna gibi parıldayan durgun suya olanca hızıyla daldı. Atlar, uzun yolculuğun sonunda girdikleri ırmaktan içmek isterken sürücü, yorgun ve terli hayvanların kendisini nasıl bir çıkmaza sürükleyeceğini düşünerek havada zikzaklar çizen kırbacını olanca gücüyle kıçlarına indirdi. Acıyla kıvranan hayvanlar ani bir hareketle ileri fırlayıp, yüksek sedir ağaçlarının iki tarafta disiplinli bir bölük nefer gibi sıralandığı yolda dörtnala uçarcasına koşmaya başladı. Ter ve tozun çamur gibi sıvadığı kukuletalı adamın kaybedecek vakti yoktu.
Arabanın sarsıntısından telaşlanan saçı sakalı birbirine karışmış, patlıcan burunlu, gözleri içtiği şarabın etkisiyle şişmiş, elmacık kemikleri akşam ayazından mı, yoksa yol boyunca içtiklerinden mi pembeleşmiş yolcunun canı sıkıldı...
Yavaş, yavaş ayın on dördü her tarafı, beyaz, mor sislerle dolduruyordu. Örtüyü aralayarak çevresine baktı. Açık başını uzun uzadıya kaşıdı. Bol elbisesinin içine pembe, görünmez bir el gibi ılık bir serinlik giriyor, her tarafını gıdıklıyor, kaşındırıyordu. Görebildiği kadar nihayetsiz ufuklara bakan yolcu üşür gibi oldu. Issız tepelerin gökle birleştiği yeri, gözlerini kısarak bir daha taradı. Yaslandığı sandığa uzanıp içinden kalın, ne olduğu anlaşılmayan bir kumaşı çekti, alelacele omuzlarına atıverdi. Sandıkların dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Tekerleklerin toprak yolda çıkardıkları takırtıları dinleyerek daldı.
Bilmem kaç senedir ilk defa böyle itibarlı, o kadar da ulvi bir vazife alacaktı. Mütevazı bir kasabanın en yukarısındaki küçük evceğizinde canlı bir aziz gibi oturur, şark dillerini, kültürünü inceler, öğrenirdi. En yakın komşularına bile gitmez, en anlı, şanlı kişileri ayağına getirtir, ruhaniyetin büyülü, tılsımını bozmazdı. Fakat sevdiği memleketi tehlikedeydi. Gelip bu çıkmaza bir yol, bir çare bulması isteniyordu. İtibarlı nice insanlar haber üzerine haber gönderiyordu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.