Koyu bir suskunluğa gömülmüştüm o sıralar...

A -
A +
Ben burslu olarak Paris’e, Sorbonne’a giderken babam henüz ayrılmamıştı eşinden...
 
Anneannem;
- Peki kızım, dedi, suratı karmakarışık, bu adamla resmî muamele yapmış mıydınız? Boşandın mı? Peşinden gelmez mi şimdi?
Dip boya bölgesinde kır saçları seçilen kafasını iki yana salladı annem:
- Resmî bir işlem yaptırmadık anne. Burada işte o bildiğin nikâhı kıydık. Sen götürmüştün ya hocaya.
- Muzaffer Hoca.
- Hı hı. Zaten bu adam bu işi âdet hâline getirmiş. Ben bilinen üçüncü karısıymışım. Ve ben daha ayrılmadan dördüncüyü de bulmuştu. Onu bahane ederek tartıştım ve bitirdik. (Annesine bakıp acıyla tebessüm etti.) Yani, yalvarsan gelmez.
- Şükür, dedi anneannem belli belirsiz…
         ***
Ben burslu olarak Paris’e, Sorbonne’a giderken babam henüz ayrılmamıştı yaklaşık dört buçuk yıllık eşinden.
Seyahat öncesi buluşmamızda Berrin’le (hadi abla diyeyim, Berrin Abla ile) son görüşmemiz olduğunu o gün bilmiyordum.
Koyu bir suskunluğa gömülmüştüm o sıralar.
Cevabını bildiği bir sürü soru soruyordu üvey anne. Oysa sabıkalı bir çocuk değil, yaralı bir ruhtum ben.
Biraz sabır, biraz anlayış, gidiyorum işte… demiştim.
Baba ateş saçan bir bakışla cümlemi havada buharlaştırmıştı.
          ***
Artık Sanat Tarihi okuyordum ve biri Türk, biri Hintli iki kız arkadaşımla Montparnasse’ta okula yakın bir evde kalıyorduk.
Ruhumu, bedenimi, hayata bakışımı, kültürümü, her şeyimi değiştiren yıllardı onlar…
Louvre Müzesi’nde Doğu Sanatları bölümündeki derslerimizden birinde Akat uygarlıklarından eserleri incelerken bir Türk kafilesi içinde babamın bir arkadaşıyla (Turgay Abi) burun buruna gelmiştik bir gün.
Sanat eserlerinin insana zorla kabul ettirdiği o saygı atmosferinde kulağıma eğilip:
- Baban artık bekâr bir erkek, diye fısıldamıştı.
Sevinmiştim...
         ***
Okulu bitirdiğim yıl, babamın yakın akrabası olan dönemin Turizm Bakanı İlhan Evliyaoğlu sayesinde Türkiye’nin Paris Konsolosluğu’nda işe başladım. Oğlu Murat okuldan arkadaşımdı ve sonradan Türkiye’nin en önemli basketbolcularından biri oldu.
Aynı zamanlara denk gelir annemin üçüncü evliliği. Semtimizden bir sağlık memuruydu yeni üvey babam. Yüz yüze iki defa gördüm, kaliteli bir insan olduğunu hemen anladım. Yahya Amcanın ilk evliliğiydi ve hem annemi hem de onun sevdiği çocuğunu yani beni seviyordu. Kolay kaynaştık. Hiç baba olmamıştı ama babalığı iyi biliyordu. İstanbul’un eski ve köklü esnafından olan babasını daha çocukken kaybetmiş ve yetim büyümüştü. Ama omuzlarında bir eski muktedirin, bir eski soylunun insana hüzün ve saygı telkin eden asaletini taşıyordu.
Annem Yahya Amca’nın Karagümrük’teki evine taşınmış, Bekir Dayım nişan hazırlıkları yapmaya başlamıştı; anneannem ise emektar müstakil evi ile annemin dairesi arasında gidip geliyordu.
Bir gün Yahya Amca:
Sana Türkiye’de iş mi yok kızım, yetmedi mi bu ayrılık, demişti bir telefon konuşmamızda.
Haklıydı.
Türkiye’ye dönüş hayalleri hatta planları kurmaya başladım...
         ***
Sabah uyandığımda nerede olduğumu hatırlamam birkaç saniyemi almıştı. Ankara’daydım... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.