Sakızdan resmi çıkardı onların…

A -
A +

Ben de biriktirirdim küçükken…    Değiş tokuş yapardım...        Bir İstanbulsporlu Bilge için iki Kasapoğlu verilirdi o zamanlar...
Beyoğlusporlu üç oyuncuya bir de Vefalı eklediğinizde bir Metin Oktay alabilirdiniz...
Kıskanırdım elinde Lefter veya Baba Recep olanı, çünkü bende yoktu...
Bütün harçlığımı sakıza yatırırdım ki mahallede şişinerek dolaşayım diye; çünkü hayalim kimsede olmayan topçuyu bulmak ile sınırlıydı, ya da o kadar büyük ve genişti…
Onların hepsi insandı...
Adamdı onlar…
Onların arasında ‘yarın bizimle maçınız var hadi gidin yatın artık’ diyenler vardı…
Onların arasında kendi takım arkadaşını yaptığı pislik üzerine saha dışına gönderen kaptanlar vardı…
Aynı uçakta şampiyonluğa makul sevinme uyarısı alanlar vardı; rakip de aynı uçakta olduğu ve üzgün olarak yolculuk yaptıkları için...
Onlar ne rakip tribünlerin önüne kayarak uçtular, ne de sevinçlerini rakip seyircilere sus işareti yaparak yaşadılar...
Üstelik onlara uzatılan ne bir kamera vardı, ne de bir mikrofon...
Hiçbirinin pozisyonları ileri geri oynatılmadı...
Bir şehir efsanesi değildi Yusuf Tuna ve ‘güzel insan’ demekti Vedat Okyar...
Amigolar basmamıştı tribünleri ve taraftar grupları diye bir şey yoktu ve menfaat çeteleri henüz oluşmamıştı…
Ekerbiçer’in bacaklarının arasından geçtiği anlatılırdı Mikro Mustafa’nın…
En büyük şöhret basamakları sakızdan çıkan resimleriydi onların...
Hiçbir maçın uzatma dakikasında oyundan atılmadılar çünkü maçın ne kadar uzadığını kimsenin bilmediği, sadece hakemin bildiği dönemin çocuklarıydı onlar...
Çoğu bir kahve köşelerinde kalan ömrünü tüketti, bazıları da kendini alkole vurup erkenden göçtü…
Yetenekleri dilden dile anlatılırdı, koşu mesafeleri ve yaptıkları kilometre hesabı hiç olmadı onların…
En berbat ve kınanası tezahüratın ‘hakeme gözlük’ olduğu dönemin sağ mühacimiydi İsfendiyar…
Maçı anlatanın “sağ cenahta Basri Efendi” diye bahsettiği adamdı Basri Dirimlili...
Maçları radyodan dinlenir ve hayal edilirdi nasıl pas attığı veya topa nasıl vurduğu...
Hayallerin süsleriydi onlar...
Passoligleri olmadı onları seyretmeye gelenlerin, sadece battaniyeleri olurdu stadın gişe kapısının önünde geceyi geçirecekleri ve sabahlayacakları için...
Gazete kâğıdından şapka yapar, kaşar-ekmek ile günü geçirirlerdi...
Küçücük çocuklar babalarının omuzlarında duhuliyeden maç seyreder ve babasının tuttuğu takıma gönül verirdi...
Mahalle arasında kimi Metin Oktay olur, kimi Can Bartu’ya özenir, bazıları da Lefter oluverirdi ilk arsa çalımını attığında... Rakibini geçip geride bırakan ise önceleri rüzgârın oğlu Zeynel olur, sonraları da kendini Ali Kemal yerine koyardı...
Uzaktan vurup iki taş ve üstüne konmuş ceketten yapılmış kaleyi tutturan kendini Bombacı Bekir zannederdi...
Onlar taşıdı Zeki Rıza’yı, Baba Hakkı’yı, Aslan Nihat’ı ama biz bugünkü tuhaf avro milyoneri adamların peşinde koşalım diye değil...
Onları anmak için Çiçero’nun bir cümlesi yeter:
“Yeteneğin kaynağı Yaradan’dır; mütevazı ol...
Şöhretin kaynağı insanlardır; teşekkür etmeyi bil...
Kibrin kaynağı sensin; dikkatli ol...”

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.