"Ergenekon'un öteki yüzü" ya da Fırat'ın ötesi...

A -
A +
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Demokratikleşme Programı'nın yayımladığı "Ergenekon'un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar" başlıklı raporu ele almaya başlamış, fakat MGK'nın 2004 raporu nedeniyle ikinci yazıyı bugüne ertelemiştim.
Malum, Ergenekon davası "hükümete karşı darbe girişimleri" üzerine odaklanmış, "Fırat'ın ötesindeki" faili meçhul cinayetleri ve kayıpları ıskalamıştı.
Raporu yazan avukat Gülçin Avşar, bir bölümü Ergenekon davasının sanıklarıyla bağlantılı 10 bin civarında "faili meçhul ve kayıp" dosyasının bulunduğunu, buna karşılık şu anda mahkemesi yürüyen vaka sayısının 10 civarında olduğunu söylüyor.
Raporda, başta emekli albay, Ergenekon davasında hüküm giymiş Arif Doğan'dan ele geçirilen JİTEM belgeleri olmak üzere bazı belgelerin "devlet sırrı" oldukları gerekçesiyle açıklanmaması, davaların ilerleyememesinin en önemli nedenlerinden biri olarak gösteriliyor.
Bu titizlik, zaman zaman iddia edildiği gibi JİTEM operasyonlarının bir Milli Güvenlik Kurulu kararına dayandırılarak yürütülmüş olmasıyla ilgili olabilir mi?
Ben bunu çok kuvvetli bir ihtimal olarak görüyorum.   


Silopi kayıpları da 'öteki yüz'deymiş...


Gülçin Avşar ve arkadaşlarının Ergenekon dosyaları arasında yürüttükleri kazı çalışması, yukarıda dediğim gibi Ergenekon sanıklarıyla "Fırat'ın ötesi"ndeki cinayetler arasındaki bağları da ortaya seriyor.
Bugün bunlardan birini, ortaya çıktığında çok büyük bir infiale yol açan, bir medya rezaleti boyutu da olan 2001'deki Silopi kayıplarıyla ilgili bir gizli tanıklığı aktaracağım size...
İtiraf edeyim ki, ben Ergenekon dosyalarındaki bu tanıklıktan haberdar değildim. Duruşmalarda okunduğu halde şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmamasına bakılırsa, sadece ben değil, hiç kimse haberdar değilmiş... Belki de Gülçin Avşar ve arkadaşlarının emeği olmasaydı hiçbir zaman öğrenemeyecektik.
Bu haber atlama biz gazetecilerin hanesine "eksi" yazılmalı, fakat en çok da benim haneme...
Çünkü 26 Ocak 2001'de Silopi Jandarma Komutanlığı'na çağrılan, o çağrıya uyan ve bir daha da kendilerinden haber alınamayan DEHAP Silopi ilçe yöneticileri Ebubekir Deniz ve Serdar Tanış'la ilgili gelişmeleri ilk günden itibaren izleyip basını, olayı haberleştirmeye çağıran (ve başarısız kalan) birkaç gazeteciden biriydim... Dolayısıyla, bu haberle ilgili biraz sonra aktaracağım tanıklığı ıskalamamalıydım, dolayısıyla en büyük "eksi" bana...
O tanıklığı okuyunca anladım ki, olayla ilgili olarak şimdiye kadar kullandığımız "kayıp" ifadesi eskide kalmış bir ifadedir.
Meğer iki parti yöneticisi, kapısından adım attıkları Jandarma Komutanlığı'ndan aynı gün açık araziye götürülmüşler ve orada katledilmişler... Gizli tanık bunları ayrıntısıyla anlatıyor...
"Kayıp"ların gerçekleştiği günlerde Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç'la birlikte bir internet sitesi üzerinden (Medyakronik) Türk basınını çığlık çığlığa ve haftalar boyunca göreve çağırdığımızı hatırlıyorum: "Belki de henüz öldürülmemişlerdir, lütfen yaz Hürriyet, lütfen yaz Sabah..."
Fakat olmadı... Hürriyet tam bir ay sonra icabet etti davetimize, Sabah ise hiçbir zaman... Radikal bile 13. günde verdi ilk haberi, düşünün artık... (O günlerde Medyakronik'teki çırpınışımızı şu linkten izleyebilirsiniz: http://www.medyakronik.net/arsiv/subat2001_arv.htm
İşte, suçları a) bir partinin yöneticisi olmak ve b) bölgenin jandarma komutanının "partiyi bırakın" talimatına uymamak olan iki talihsiz insanın Ergenekon dosyalarındaki öyküsü...


Gizli tanık İlkadım anlatıyor


"Levent ERSÖZ (2000-2001'de Şırnak Jandarma Alay Komutanı, tuğgeneral, Ergenekon'dan hüküm giydi –A. G.) İsmail CÖMERT'e o dönem DEHAP Silopi İlçe başkan ve başkan yardımcıları olan Serdar TANIŞ ve Ebubekir DENİZ'in takip edilmesini söylemiş. Biz bu adamları yaklaşık on gün boyunca takip ettik. Her iki şahsın da yaptığı her şeyi izliyor ve bazen de kamera ile kayıt altına alıyorduk.
"Biz bu şahısları takip ettiğimiz dönemin sonunda bir gün Levent ERSÖZ Silopi İlçe Jandarmaya geldi. Biz de oraya gittik. Jandarma Komutanı Yüzbaşı Süleyman CAN Levent ERSÖZ'ü kapıda karşıladı ve tekmil verdi. Hep birlikte İlçe Jandarma Komutanlığına girdik.
(...)
"Biz ilçe Jandarmada beklerken Selim GÜL, İsperti Aşiretinden olan ve çevrede Arap Tosun olarak bilinen kişiyi arayarak yanına çağırdı. Selim GÜL Arap Tosun'a, Ebubekir DENİZ ve Serdar TANIŞ ile müsait bir yerde buluşmasını ve ifadeleri olduğunu söyleyerek karakola göndermesini söyledi. Arap Tosun ayrıldıktan 1,5-2 saat sonra Ebubekir DENİZ ve Serdar TANIŞ Silopi İlçe Jandarmaya geldiler. Levent ERSÖZ bu kişileri yanına aldı ve 3-4 dk. baş başa kaldılar. Ancak ne konuştuklarını bilmiyorum. Ebubekir DENİZ ve Serdar TANIŞ Levent ERSÖZ'ün odasından her iki yanlarında yukarıda isimlerini saydığım kişiler kollarına girmiş vaziyette dışarı çıktılar ve sorgu odasına götürdüler. Öğle saatleri olması dolayısıyla yemeğe gittik.
"Şahısların sorgu odasına götürülmelerinin üzerine Süleyman CAN Selim, GÜL'ün yanına gelerek "ben bu yaptığınızı burada kabul etmem. Siz adamlara olmadık işler yapıyorsunuz. Sonra bizim başımız ağrıyor" dedi. Selim GÜL de 'tamam komutanım' dedi.
"Bu konuşma sonrası Selim GÜL Levent ERSÖZ'ün yanına çıkmış ve Süleyman CAN'ın karşı çıktığını anlatmış. Sorgu odasında Ali Bş. Çvş, Hüseyin Uzm. Çvş ve Abdullah Uzm. Çvş kaldılar.
"Biz yemekten döndükten sonra Levent ERSÖZ'ün yanına gittik. Biz Levent ERSÖZ'ün yanına gittiğimizde Levent ERSÖZ Süleyman CAN'ın Selim GÜL'e söylediklerinden dolayı elindeki kitapla Yüzbaşı Süleyman CAN'ın kafasına vurarak 'sana akıllı ol, akıllı ol dedim' diyordu.
"Biz oradan ayrıldıktan sonra ben dolaşmak için dışarı çıktım ve saat 16.30 sıralarında tekrar İlçe Jandarmaya döndüm. Ben döndüğümde çıkış yapmak için hazırlandıklarını fark ettim. Bu esnada Ebubekir DENİZ ve Serdar TANIŞ ağızları bantlı ve elleri bağlı şekilde Broadway marka aracın bagajına kondular. Bagaja sığmadıkları için kapak zorlukla kapatıldı. Daha sonra üç araçla Levent ERSÖZ, İsmail CÖMERT, Selim GÜL, Abdullah Uzm. Çvş. Ali Kemal, Veli Bş. Çvş. isimli şahıslarla birlikte Hezil çayı ile Cizre suyunun birleştiği yer olan ve üçgen olarak adlandırılan yere gittik. Burası Kuzey Irak, Suriye ve Türkiye sınırlarının birleştiği yerdir.
"Biz oraya yaklaştığımızda Broadway önümüze geçti ve bizden önce üçgene girdi. Orada Ebubekir DENİZ ve Serdar TANIŞ bagajdan çıkartıldılar. Her iki şahıs da bagajdan çıkartıldıklarında çok kötü bir vaziyettelerdi çünkü daracık bir yerde 15-20 km elleri ve ağızları bağlı bir vaziyette getirilmişlerdi. Ben oraya varana kadar şahısların yolda ölebileceklerini bile düşünmüştüm. Daha sonra bu şahıslar Levent ERSÖZ, Serdar TANIŞ'a hitaben 'ben sana akıllı ol dedim' dedi ve G3 ile bir el ateş etti. O esnada Levent ERSÖZ'ün ateş ettiği kovan kaybolduğu için bir süre bu kovanı aradık ve bulduk.
"Daha sonra Ali Kemal ve Veli keleşlerle bu iki şahsı taradılar. Biz oradan ayrılırken Selim GÜL ve Ali Kemal orada kaldılar. Bana göre bu iki kişi oradaki cesetleri yok etmek için kaldılar."


Kürt sorunundaki Türk sorunu...


Müsaadenizle, bu kıssadan ve benzeri binlerce kıssadan bir hisse çıkartarak bitirmek istiyorum...
Biliyorsunuz, bir Kürt meselemiz olduğunu nihayet kabul ettikten hemen sonra bu kabulün yanıbaşına bir de rezerv ekledik: "Ama" dedik, "Kürt meselesinin çözümünü tartışırken Türklerin hassasiyetlerini de unutmamalıyız..."
Doğru, var böyle bir hassasiyet ve bu çözüm yolunda bir sorun teşkil ediyor...
Fakat bu hassasiyet nasıl oluştu? Bilgiyle mi oluştu, bilgisizlikle mi oluştu?
Her fırsatta yineliyorum: Şurası çok açık, "Kürt sorunundaki Türk sorunu" özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunudur.
Bugün toplumda milyonlarca insan "Kürt sorunu"nun PKK'nın eylemleriyle birlikte 1983'te başladığına; o tarihten itibaren de PKK'lıların sırf "kötülük" olsun diye dağa çıkıp insan öldürmeye karar verdiklerine inanıyor. Ne ondan önce "ora"larda neler olduğunu biliyor, ne Diyarbakır Cezaevi'ni biliyor, ne 1990'lardaki faili meçhuller dönemini biliyor, ne de Silopi kayıplarını (cinayetlerini) biliyor.
İşte bunlar bilinmediği için, Kürt sorunundaki Türk sorunu, Türklerin, ortada ciddi hiçbir neden yokken Kürt gençlerinin "kana susadıkları için" dağa gittiklerine inanmaları sorunu olarak ortaya çıkıyor.
Kürt sorunundaki Türk sorununu aşabilmek için Türklere "ora"da ne olduğunu anlatacak bir medyaya ihtiyacımız var.
İşte fırsat: 10 binde 10 olsa da, şu anda yürümekte olan faili meçhul ve kayıp davalarında böyle yüzlerce hikâye var ve onların hepsi medya tarafından anlatılmayı bekliyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.