"İktidarda düşman var"ın kısa tarihi...

A -
A +

Bu yazı, "Kendi gayretinin başarısına küsmek" başlıklı yazıyla (5 Ekim) başlayan mini dizinin üçüncü ve son halkası... Dizinin birinci bölümünde, Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı son demokratikleşme paketinde yıllara yayılmış emekleri bulunan kimi sol ve liberal çevrelerin paketi neredeyse yok sayan tavırlarının Türkiye'deki muhalefet kültürünün bir parçası olduğunu savunmuş, bu tavrı "kendi gayretinin başarısına küsmek" diye tanımlamıştım.

"Kendi gayretlerinin semeresine neden küsüyorlar?" (8 Ekim) başlıklı ikinci yazıda ise bu davranış modeline yol açan nedenler üzerinde durmuş, bunların başında da iktidarı siyasi rakipten çok "düşman" gibi algılamanın geldiğini savunmuştum.
İktidarı "düşman" olarak kodladığınızda neden öyle davranacağınız açık: Bu durumda ona karşı yürüteceğiniz mücadele klasik siyasi muhalefet tarzında cereyan etmez. Çünkü iktidara karşı klasik siyasi muhalefet yürütüyorsanız, onu geniş "biz"in bir parçası olarak görüyor, dolayısıyla  meşruiyetini de kabul ediyorsunuz demektir.
Klasik siyasi muhalefette, iktidar sizin de talepleriniz olan bazı talepleri yerine getirdiğinde bundan memnun olur, daha ileri taleplerle ortaya çıkarsınız.
Fakat iktidarda bir "siyasi rakip" değil de "düşman" varsa, talepleriniz yerine getirildiğinde sizin dahi anlamakta zorlandığınız marazi bir ruha bürünür, kendinizi kötü hissedersiniz; çünkü "düşman" böylece biraz daha güçlenmiştir.
***
"Düşman", doğası gereği "iyi" bir şey yapamaz. Demek ki onun her yaptığı şey "bizim için" kötüdür; iyi gibi görünenler de gerçekte kötüdür.
Bu anlayışı en veciz bir biçimde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ilk aylarında Cumhuriyet gazetesi yazarı Oktay Akbal ortaya koymuştu.
Eski yazılarımdan birinde şöyle anlatmıştım bunu:
"AK Parti iktidarının ilk aylarında Cumhuriyet 'muhalif' bir çizgi izliyordu ama iktidara 'düşman' değildi; İlhan Selçuk, Cumhuriyet'in 'doğruya doğru, yanlışa yanlış' diyen bir yayın çizgisi tutturacağını yazmıştı. 
"Fakat birkaç gün sonra kadim dostu, sütun komşusu Oktay Akbal'dan ağır bir 'ayar' alacaktı. Akbal'a göre, bu 'dinci' iktidarın olumlu bir şey yapması ontolojik olarak mümkün değildi. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın yanlış bulunmalı ve bu çizgi iktidar yıkılıncaya kadar sürdürülmeliydi. Oktay Akbal'ın, o günlerdeki 'Kartaca Yıkılmalıdır' başlıklı yazısından: 'Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: Kartaca yıkılmalıdır. (...) Biz de 'AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye'nin hiçbir sorunu çözülemez' diyenlerdeniz.'
"İşte Akbal'ın o yazısından sonra İlhan Selçuk'un formüle ettiği 'doğruya doğru, yanlışa yanlış' deme çizgisinden eser kalmadı."
***
Ulusalcıların tutumu baştan itibaren böyleydi... Sosyalist sol uzun bir süre bu çizginin dışında kaldı, "doğruya doğru, eğriye eğri" diyeceğini beyan etti... Ne var ki, o da en sonunda son derece radikal görünen, fakat özünde "siyaset dışı" kalan ve iktidarsızlıktan başka bir şey vadetmeyen bu çizgiye geldi.
Bir gün belki bu süreci de anlatırım.
Bazı solcuların ve liberallerin demokratikleşme paketine gösterdikleri "kategorik ret" tavrı, kesinlikle anlatmaya çalıştığım bu iktidar algısından bağımsız değil.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.