Merhametten Maraz

Sesli Dinle
A -
A +

Sabah Fenerbahçe Deniz Hamamlarından dönüyor; Göztepe’deki evimize gidiyoruz. Belvü Otel’in bitişiğindeki eflake ser çekmiş (çok yüksek) ağaçlı Frengin bahçesini geçtik. Tevfik Amir Amca’mızın köşküne yaklaşırken bir feryat figan.

 

Baktık bahçıvan kulübesi yıkılmış, yatıyor. İçindeki pılı pırtıyı bir kenara koymuşlar. Önünde, siyah fistanlı bir Rum kadını; memede ikizi, sağında solunda birer ikişer yaş aralıklarla daha sivriceleri, yani kızlı erkekli tam yedi çocuk. 

 

Kadın iki gözü iki çeşme, saçını başını yoluyor; göğsünü bağrını paralıyor. Veletler ciyak ciyak ağlaşıyor. Geride ihtiyar, gözlüklü bahçıvan barba (Rum meyhaneci), çenesi avucunda. İhtiyar artık gözleri görmediği için çalışamaz hâlde, hep kapının önünde oturur. Karısı içeride şuna buna ufak tefek diker, yün büküp balıkçılara fanila, çorap örer, büyük oğlan (Salistra) dalyanda yanaşmalık yapar, ekmek parasını çıkarırlar.

 

Ağlama hıklamaları duyunca arabayı durdurduk. Rum kadını ikizi kucağında, öbürleri yanında bize doğru koştu. Eteklerimizi, paçalarımızı öptüler: “Bu gece fırtınadan kulübemiz yıkıldı. Kaçmasak altında ezilecektik, sokakta kaldık; karnımız da aç!” 

 

Beşer, onar kuruş toplayıp verdik amma anaları da çocuklar da yüzlerini, eteklerden, ayaklardan çekmiyor. Zavallı kadında ne yalvarma “Aman evlatlarıma, gözleri görmeyen ihtiyar kocama acıyın, bir iyilik yapın. Bahçenizde ahır, kümes vardır; iki üç gece kalalım. Darıca’da babam var, gideriz oraya!”

 

Annemde yürek yufka; “Peki” deyiverdi.

 

Bizi eve bırakan çekçek arabasını yolladık. Pılı pırtılarını yüklemişler, dokuz can da beraber, geldiler.

 

Arabalığın yanındaki bahçe edevatı dolu odadan kazma kürekleri, belleri, tarakları, tirpitinleri, fasulye hereklerini çıkardık. Örümceklerini aldırtıp süpürttük, temizlettik.

 

Fukaralar aç; yevmiye birkaç okka ekmeklerini, öğle akşam iki kap yemeklerini de peyledik.

 

Gene ayaklara kapanıp, memnun memnun girdiler odaya,
Nur içinde yatsın, anneannem bahçe meraklısı. Tarhlardaki çiçeklerle, gül fidanlarıyla, limonluktaki fidelerle uğraşıp durur; yemiş ağaçlarını, bağları aşılatır, avunur.

 

Sabah ne görse iyi? Kirazların, kayısıların köküne kıran girmiş; bugün yarın toplanıp reçelleri, şurupları yapılacak olan vişneler, Frenk üzümleri boydan boya yolunmuş. 

 

Sakızlı bahçıvanımızda çene kilitli. Duvar diplerindeki hayrat dutlara, incirlere yanaşanları bile taşla, sopayla kovalayan herif suçu yüklemiyor millettaşlarına. 

 

- Ben yukarıda levantinleri kırparken dışarıdan kim bilir hangi muhacir çocukları içeri atladılar?

 

Kameriyede yemek yiyoruz. Öteden pat küt sesler, çatırtılar çuturtular...

 

Bakalım ki veletlerin ikisi taşlarla kozalak parçalayıp çam fıstıklarını çıkarmada; ikisi de dalları kıra kıra tepedekileri toplamada.

 

Uzun yaz günleri. Biraz kestirmek için eve girdik, uzandık. Tam dalacağız, dadım, avaz avaz çırpınıyor: Havuza koşun, Rum çocukları düşüp boğulacaklar!

 

Aşağıdan yetiştiler. Oğlanların birinde olta, öbüründe konserve tenekesi, suya sarkmış, kırmızı balıkları avlamadalar…

 

Akşam; çatı katındaki depolarda su tükenmiş. Dolap beygirini koşacağız, uşak demez mi; “Kuyu mundar!”

 

Haydaaa! Meğer kopiller bostan köpeği Karabaş’ın dört yavrusunu da kuyuya atmışlar. Leş! Şimdi onlar çıkarılacak, suyun hepsi boşaltılacak, yerine temizi dolmadan kullanılmaz. 

 

Gece; üst üste kapının zili çalınıyor. Açtılar. Bitişik komşumuzun kalfanım, telaş içinde, zangır zangır titriyor: “Çamlığınızda parıltılar, alevler gördük. Cigara migara atılıp kuru yapraklar tutuşmasın. Ateş çamları sararsa köşklerin kül olduğu gündür ha!”

 

Koşup ne görelim; barba, önünde şarap binliği, kör kandil (aşırı derecede sarhoş). Karısı çalıları çırpıları tutuşturmuş, istavrit kızartıyor.

 

Ocağı söndürtüp, kova kova su döktürdükten sonra gene içimizde korku: Acaba bir tarafta kıvılcım kaldı mı? Gece yarısı büyüyüp kol salmasın?
Üç günü geç, haftası oldu. Ne madamda ne de barbada kıpırdamaya niyet yok. Her şeye burnunu sokan, çenebaz Sıdıka Hanım atıldı: Merhametten maraz doğar. Gidip şunlarla ben konuşayım, hepsini toparlayıp dehleyim!

 

Güvende güvende bahçeye indi, gene güvende güvende döndü:
Müjde, gidecekler. Darıca’ya mektup yollamışlar, yol parası istemişler, fakat cevap gelmemiş. Paraları olsa yarından tezi yok şimendifere atlayacaklar. Oldu olacak, bir iki lirayı gözden çıkarın!

 

Üç lirayı götürdü verdi. Ertesi gün öğleler oldu, ikindiler geçti, akşam okundu, hâlâ yerlerindeler. Madama ceviz ağacının altında. Basmacı Yakup’tan kendine, çocuklarına entarilik almış, çakır çukur onları dikmede.
Hâle fena kızan Sıdıkanım “Artık rezalet, başından büyük halt etmek bu. Şimdi adamakıllı paparalarını vereceğim” deyip gitti.

 

Aşağıdan gürültü kopuyor: Benim kocam Yunan tebaasıdır, buradan çıkaramazsınız. İstediğimiz kadar oturacağız. Bize polisiniz zaptiyeniz karışamaz! 

 

Hepten şapa oturduk. Göztepe komşumuz Üsküdar mutasarrıfı. İşi açıyoruz, hemen ağzımızı kapatmada: Aman dert çıkarmayın başıma. Keyfiyete ecnebi tebaalığı karışıyor. Elim ayağım bağlı, bir şey yapamam!

 

Büyük babamın amcazadesinin damadı, Beyoğlu zabıtasında memur, alay beyi Göztepeli Hafız Sabri Bey’e söylüyoruz; onda Hariciye’de süferaya (sefirlere) teşrifatçılık eden evlatlardan filanca var. Kulağını büküversin, Yunan elçisinin tercümanına çıtlatsın!.. 

 

Büsbütün şımaran madamango, iyice azıttı. “Biz dilenci değiliz, başkalarına versinler” diyerek ekmekleri, yemekleri geri göndermeler. “Burada bedava oturmuyoruz, kirasını vereceğiz” demeler. “Darıca’dan para gelsin, bahçeden yer alacağız” küstahlıkları.

 

Büyük oğlan gitarayı, kız mandolini almış, hep birlikte kasap havasıyla hora tepişler. 

 

Öfkeden kendini kaybeden, rahmetli babam, bastonunu kapar kapmaz fırladı.

 

Hepsi çil yavrusu; ağacın tepesinden kokona yalvarıyor: Aman kapanca mapanca atma pasam, sabah kaçacağız… Koço, Aleko. Manoli, Anastasya, Manyo; toplayın eşyaları!

 

Kayışdağı Caddesi tarafında, muhacir mahallesinde tuttukları odaya defoldular.

 

(Sermet Muhtar / 25 Şubat 1942 - Akşam)

Müzeci, muharrir, ressam

Hikâyenin sahibi Osman Sermet Muhtar, askerî müzenin kurucusu Mahmud Muhtar Paşa’nın oğludur. Çocukluğu dedesi Osman Abid Paşa’nın Saraçhanebaşı ve Göztepe’deki konaklarında geçer. Hususi hocalardan ders alır. Dedesi Abid Paşa bir ara Halep’e yollanır, ziyaretine gider ve renkli şeyler yaşar, yazar kenara. Bunları hikâyelerinde kullanacaktır daha sonra. Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukuk’u bitirse de aklı matbuattadır. Necdet mahlası ile çocuk hikâyeleri yazar. Babasının müdürü olduğu müzede memurdur. Düzgün Fransızcası ile hem rehberlik yapar, hem anlattıklarını geçirir kitaplara. Bir ara yeniçeri kıyafetleri üzerine çalışır. İstanbul Ansiklopedisi’ne maddeler yazar. 

 

Babasının vefatından sonra müzeden kopar, hayatını kalemi ile kazanmaya başlar. Akşam gazetesinde “30 Yıl Evvelkiler “,”Masal Olanlar”, “İstanbul Kazan, Ben Kepçe” köşelerini hazırlar. 

 

Romanları da tefrika edilir, ki bunlardan Kıvırcık Paşa, Harp Zenginleri, Pembe Maşlahlı Hanım kitaplaşacaktır daha sonra. 

 

Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersi almıştır, tabloları usta işidir, askerî müzede sergilenecek çapta.

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.