İslâm’ı bitirme projesi... Kur’ân’da tarihsellik ve Fazlurrahman

A -
A +

Fazlurrahman, Pakistan’da 1919’da doğdu. Medrese eğitimiyle birlikte batı kökenli eğitim de aldı. On yaşında iken Kur’ân’ı ezberledi.

1940’ta Pencap Üniversitesi’nin Arapça bölümünden mezun olduktan sonra lisans üstü eğitime başladı.

1942’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi. Başladığı doktora çalışmasını 1946’da gittiği İngiltere’de sürdürdü ve Oxford Üniversitesi’nde Felsefe dalında İbn Sînâ’nın en-Necât adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. Grekçe, Latince, Fransızca ve Almanca’yı öğrendi.

Böylece Müsteşriklerin bir tuzağı olan “İslâm Felsefesi” alanına girmiş oldu.

Fazlurrahman’ın esas hayat hikayesi bundan sonra başlamaktadır. Oryantalist/Müsteşrik hocası Simon Van den Bergh’in direktifleri doğrultusunda çalışıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün eserleri ve bazı kavramlar üzerinde yoğunlaştı. Kur’ân, Şeriat, Peygamber, Vahiy gibi İslâm’ın rukünleriyle ilgili inancı ve algısı değişmeye başladı. İslâm Filozofu olarak ileri sürülen bu kişlerin eserlerinde vahiy, Kur’ân ve peygamberlik, hiç de medrese eğitiminde öğrendiği gibi değildi.

Doktora tezi gereği başta İbn Sîna olmak üzere İslâm’da felsefe yapanların eserlerinde İslâm algısının çok farklı olduğunu gördü.

İbn Sîna ve Farâbî

Şöyle ki:

İbn Sîna, vahyi, hiçbir zaman Cebrâil ile konuşma şeklinde düşünmüyordu. Onu “kudsî kuvve” dediği kazanılmış akla mahsus en yüksek bir sezgi olarak görüyordu. Buna göre vahiy ve ilham, bir nevi parapsikolojik ve metapisişik bir olaydır.

Aynı şekilde Peygamberleri, Allah’tan vahiy alan değil de son derece hassasiyetleri olan, başkalarının idrak edemeyecekleri çok ince ilişkileri kavrayan ve olayları önceden gören kişiler olarak düşünüyordu.

Cennet ve cehennem hakkındaki görüşü ise şöyleydi: Cennet, aklî âlem; cehennem, hayal âlemi ve kabir hayatı da his âlemi’dir, diyordu.

Müddessir sûresinin 30. “üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır” âyetini, hayvanî nefis ile açıklıyordu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).”

 “Farâbî de “madde”yi ezelî/kadîm olarak kabul ediyordu.

Farâbî'ye göre “din”in sembolik bir özelliği vardır. Bütün semavî dinlerde önemli bir kavram olan peygamberliği, aklın “kutsî kuvve” derecesine yükselmesinden hasıl olmuş ve kazanılmış bir meleke şeklinde açıklıyordu.

Yine Farâbî, “Kur'ân'daki cennet, cehennem gibi kavramlar, sembollerden ibarettir. Peygamber, metafizik ve nazarî hikmeti bilmez, fakat sezgi kuvveti ile pratik hikmete sahiptir. Halbuki olgun bir filozof, peygamberden üstündür. Çünkü nazar, amelden ve ilim, ahlâktan üstündür” diyordu.

Farâbî, Kur'ân'ı aklîleştirebilmek için, arş, kürsî levh, kalem gibi birçok kavramı, kendi aklî sistemine göre şeriât dışı tevil ediyordu. Aynı fâsit tevilleri, cesetlerin haşri ve âhiret meselelerinde de uyguluyodu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).”

İbn Rüşd’e gelince, o da İbn Sîna ve Farâbî’nin yolundaydı. Hatta felsefecilerin 3 konuda küfre, 17 konuda dalâlete/sapıklığa düştüklerini delilleriyle açıklayan İmam-ı Gazali’ye (Tehâfütü’l-felâsife eserine) reddiye yazmıştı.

Fazlurrahman, aşk ve şevk ile kendisine mütefekkir ve aydın olarak tanıtılan bu kişiler üzerinde araştırma yapıyordu. İbn-i Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün İslâm şeriatine aykırı olan fikirleri ile hocası Müsteşrik Van den Bergh’in direktifleri birebir uyuşuyordu. Belki o yaşlarda bu sapık fikirlerin dünya ölçeğinde İslâm’a ve Kur’ân’a kurulmuş bir tuzak olduğunun farkında değildi. İslâm’a hizmet düşüncesinde idi. Belki o yaşlarda zehirin şeker kaplama içinde sunulabileceğini hiç aklına getirmiyodu. Fakat memleketinden, baba ocağından, ezanların okunduğu bir muhitten artık çok uzaklardaydı. Kilise çanlarının çaldığı, yüce Allah’a oğul isnat edildiği ve İslâm’n imha planlarının yapıldığı bir toplulukta, hatta farkına varamadığı meş’um bir projenin içinde yer alıyordu.

Sene 1949… Fazlurrahman, müsteşrik hocasının refakatinde doktorasını tamamlamıştı. Bu arada diğer bazı oryantalist hocaları yakından görmüş, onlarla konuşmuş ve eserlerini de tanımıştı.

Ders aldığı, tanıştığı ve eserlerini iştiyakla okuduğu bu hocalar ve çevresi, Farâbî, İbn Rüşd ve üzerinde çalıştığı İbn Sîna gibi düşünüyorlardı. Kendi kendine şöyle bir değerlendirme yapıyordu. Demek ki, doğuda va batıda İslâm, Kur’ân ve Peygamberlik algısı, hiç de Medreselerde öğretildiği gibi değildi. Senelerce, yüzyıllarca İslâm ve Kitab’ı yanlış tanıtılmıştı. O ana kadar gelen yüz binlerce İslâm âlimi, İslâm’ı ve Kur’ân’ı doğru anlayamamıştı. Bu kanaate sahip oluyordu. Hatta üniversite çevresinin İslâm’ı ve rukünlerini şöyle tanımladıklarını görüyordu:

Oryantalistlerin İslâm Algısı

- İslâm, gerçek anlamda bir din değildir.

- İslâm’ı tebliğ eden kişi, insan tabiatını bilen, toplumu yönlendirme kabiliyetine sahip, son derece hassas ve zekidir.

- Kur’ân, Tevrat ve İncil örnek alınarak hazırlanmıştır.

- Vahiy, bir istigrak halidir, bu parapsikolojinin konusudur.

Oryantalistlerin İslâm’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bakış açısı, bu çerçevededir. Dolayısyla Fazlurrahman ve bağlıları, ortaya konulan bu oryantalist inanç sistemi doğrultusunda ve İbn Sîna tarzı felsefeleşen İslâm algısı çerçevesinde eğitim almış ve yetiştirilmişlerdir. Buna göre Fazlurrahman ve bağlılarının Kur’ân’da Tarihsellik tezi, bir nevi doğu-batı sentezinden oluşmaktadır. Bu sentezde yüce Allah’ın peygamberine tebliğ ettiği Kur’ân’ı ve vahye dayalı İslâm’ı görmek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle İslâm dini, müctehid İslâm âlimlerin belirlediği temel esaslardan uzaklaştırılmış, vahiy, peygamberlik ve Kur’ân gibi rukünler beşerileştirilmiştir. İslâm, adeta ruhu alınan bir iskelet haline dönüştürülmüştür.

Kur’ân’da Tarihsellik

İşte Kur’ân’da Tarihsellik, böyle bir İslâm anlayışının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kur’ân’da Tarihsellik ile ilgili düşünce ve iddialar ve bunlara müctehid İslâm âlimlerinin Tefsir, Akâid ve Fıkıh alanlarında ortaya koydukları esaslar çerçevesinde verilen cevaplar, şu başlıklar altında ele alınabilir:

1. Batı’da Kutsal kitapları yorumlamak için tarihselci yöntem kullanılmıştır. Bütün Ortaçağ boyunca kilise, kutsal kitapların anlaşılmasında bir hakimiyet ve üstünlüğe sahipti. Kilisenin bu totaliter anlayışını kırmak ve kutsal kitapların metin kritiğinin yapılması için tarihselci yönteme başvuruldu. Buna göre Müslümanların kutsal kitap olarak inandıkları Kur’ân üzerinde de tarihselci yöntemin uygulanması gerekir (Fazlurrahman ve Hocaları).

Bu fasit bir kıyastır. Kur’ân-ı Kerim, son peygamber Hazret-i Muhammed’e 23 sene gibi bir zaman diliminde vahiy yoluyla inmiştir. Bir âyeti, bir kelimesi değişmeden asli hüviyetini koruyarak bugüne kadar gelmiştir. İçinde sonradan ilâve edilen beşer/insan sözü yoktur. Hazret-i Peygamber’in sözleri de bulunmaz. Tevrat ve İncilin değiştiğini, kendi din adamları bile söylemekte ve yazmaktadırlar. Onun için Mukaddes Kitap beşerileştirilmiştir, içinde sonradan ilave edilen insan sözleri bulunmaktadır. Halkın elinde bulunan 4 ayrı İncil, bunun açık delilidir. Bu hüviyette olan bir kitabın metin kritiği elbette yapılır. Ancak bu kritik, Kur’ân’da uygulanamaz. Kur’ân, yüce Allah’ın kelâmıdır, emirleri, nehiyleri ve kıssaları tartışma konusu yapılamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tevili ve tefsiri yapılır. Nitekim bu konuda İslâm coğrafyasında bir çok çalışma yapılmıştır. Bunun da şart ve yöntemleri, Müctehid âlimlerce belirlenmiştir. Herkes, her âlim, Kur’ân’ı tevil ve tefsir edemez (Bkz. Suyûtî, İtkân).

2. Kur’ân, Peygamberin kalbine vahy suretiyle gelmiştir. Bu vahyi Peygamber, kendi kelime ve cümleleriyle ifade etmiştir (Fazlurrahman).

 Bu görüş ve inanç, son derece yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim, Arapça olarak âyet âyet, bugün Müslümanların elinde bulunduğu şekliyle vahiy meleği Cebrâil aleyhisselam tarafından Hazret-i Peygamber’e 23 senede indirilmiştir. Hazret-i Peygamber de gelen vahyi, Eshabına açıklamış ve vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Her Ramazan ayında Cebrâil aleyhisselam, Hazret-i Peygamber’e o sene inen âyetleri arz etmiştir. Vefat edeceği yıl, Cebrâil iki defa gelerek Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona birlikte tilavet etmişlerdir.

Fazlurrahman, Kur’ân, “gelen vahiylerin Peygamber tarafından kendi sözleriyle ifade edilmiş şeklidir.” demiş ve Pakistan’da büyük bir infiale sebep olmuştur. Bu hezeyana, oradaki Ehl-i Sünnet uleması şiddetli tepki göstermiş, bunun küfür olduğunu söylemiş ve onun katline fetva vermişlerdir. O da kurtuluşu, memleketini terk ederek kendini fikri yönden besleyen Batı’ya ilticada bulmuştur. Aynı şekilde devletine ihanet eden Tanzimatçılar ve FETÖ de kurtuluşu Batı’ya sığınmakta bulmuşlardı. Bu konuda Batı, dünyanın her yerinde aynı yöntemi kullandırmaktadır. Kendine hizmet edenlere sahip çıkmaktadır.

Tarihselcilerin bir dayanak olarak kullandıkları Tekvir suresi 19. âyetinde geçen “rasûlün kerim” ifadesini, Müctehid müfessirler, “Cebrâil” ile tefsir etmişlerdir.

Hazret-i Peygamberin kalbine gelen vahyin kendi sözleriyle ifade ediliş şekline âyet değil, “hadis-i kudsî” denir.

DEVAM EDECEK

*******************

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.