Selçuklu ve Osmanlının Sahih İslâm Esasları -3-

A -
A +
c.ahmetakisik@gmail.com
Dr. C. Ahmet Akışık
 
Selçuklu ve Osmanlının Sahih İslâm Esasları şöyle sıralanabilir:
 
İsrâ ve Mi’rac, Beden ve Ruh Birlikte Olmuştur
 
İsrâ, Muhammed aleyhisselâmın Mecid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gidişidir. Mi’rac da Mescid-i Aksa’dan Hak teâlânın zamansız ve mekânsız huzuruna ve hadislerde açıklanan yerlere yükselişidir. Bu yolculuk, Ahiret şartları içinde ruhla beden birlikte gerçekleşmiştir.
İsrâ, âyet-i kerime (İsrâ,1), Mi’rac da çeşitli hadis-i şeriflerle (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Salât, 1; Müslim, Îman, 264) beyan edilmiştir. Bununla beraber Necm suresindeki 7’den 18’e kadar olan âyetlerin Mi’racla ilgili olduğu Müfessirlerce bildirilmiştir.
Mutezile, İsrâ ve Mi’rac mucizesinin ruhen olduğunu iddia etmiştir. Bazı bid’at ve dalâlet fırkaları da ruhen, hatta rüyada gerçekleştiğini düşünmüşlerdir. Müsteşriklerin Avrupa temsilcisi ve Modernist İlâhiyatçıların imamı M. Hamidullah ise ruhen olduğunu, üstelik âyet-i kerime (İsrâ,1) çok açık olduğu hâlde batıl bir te’ville Mescid-i Aksa’nın göklerde olabileceğini söylemiştir.
 
Gerektiği Yerde Nass, Te’vil Edilir
 
Kur’ân-ı kerimde bazı âyetler, müteşabihattandır, manaları açık değildir. Bazıları da bilinen manaları dışında bir anlama sahiptir. Al-i İmran suresi 7. âyetinde âyetlerin muhkem ve müteşabih olarak iki gruba ayrıldığı bildirilmektedir.
Muhkem âyetler, manaları açık olan âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise manaları kapalıdır, kelime anlamlarında değildir; hatta bazıları, mecaz ve kinayeli olarak ifade buyurulmuştur.
Bu durumda kimi âyetlere bilinen manalarını vermek, yüce Allah’ın sıfatlarına aykırı düşmektedir. Bu âyetler karşısında âlimler farklı şekillerde hareket etmişlerdir.
Selef-i salihîn (sahabe-i kirâm, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devri) âlimleri müteşabihlere genelde mana vermezken, müteahhirun (sonradan gelen) âlimler), Müslümanların yanlış ve batıl inanışlara düşmelerini önlemek için bunları, İslâm’ın temel esasları çerçevesinde açıklamışlardır.
Bu kavramlardan bazıları ve te’villeri şöyledir:
Yed/el (Feth,10) kuvvet ve yardım/lütuf ve nimet ile; Vech/yüz (Bakara, 115) rıza ile; İstiva/oturma (Taha, 5) kudret ve hakimiyet ile; Nefs/nefis (Mâide, 116) zât ile; Cenb/yan (Zümer, 56) tâat ile; Ayn/göz (Taha, 39) murakabe ve muhafaza ile; Fevk/üst (En’âm, 61) yüce ve üstün ile; İstihza/alay etme (Bakara, 15) ceza verme ile; Mekr/hile (Al-i İmrân, 54 ) ceza ile; Câe/geldi (Fecr, 22.) emri geldi ile te’vil edilmiştir.
Bu te’viller, Ehl-i sünnet âlimleri tarafından yapılmıştır.
Selef ise, yüce Allah’ın müteşabih sıfatlarına “hakikati malum, keyfiyeti meçhul” (bunlar vardır, gerçektir, nasıl olduğu bizce bilinmemektedir) formülünü kullanarak tereddüt göstermeden inanmışlardır.
Fakat bazı dalâlet ve bid’at fırkaları, bu sıfatlara lügat manalarını vererek cumhurdan, Ehl-i sünnet akîdesinden ayrılmışlardır. Bu sapık yolu takip edenler arasında Müşebbihe ve Mücessime bulunmaktadır.
İbn Teymiyye ve onu birçok konuda imam kabul eden Vehhabiler, Selefiler, Modernist ilâhiyatçılar, Müsteşrik bağımlısı akademisyenler, te’vili şeriatın genel esaslarına uygun şekilde kullanmazlar. Mutezîle ise her konuda tamamen akıl merkezli bir te’ville Ehl-i Sünnet’in karşısında yer almıştır. İbn Teymiyye, “benim sandalyade oturduğum gibi, Allah Arş'ta oturmaktadır” diyerek yüce Allah’a mekân isnat etmiştir.
Diyanet İşleri ve Diyanet Vakfı’nın meallerinde de Fetih suresinin 10. âyeti “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir” denilerek hiçbir açıklama yapılmadan Mücessime ve İbn Teymiyye’ye tam bağlılık gösterilmiştir.
 
Amel, İmandan Bir Cüz Değildir
 
İslâm dininde Akâid alanının dışında kalan kısımlar “amel” olarak nitelendirilir. Bu kavramla “ibadetler” kastedilir. Bir Müslümanın iman edilecek hususlara inandıktan sonra, yapmakla yükümlü olduğu “farzlar”ı yapması, “haramlar”dan da uzak durması gerekir.
Ancak tenbellik ve gevşeklik başta olmak üzere bir Müslüman bazı sebeplerle bazı farzları terk eder veya bazı haramları işlerse, Müslümanlık bağı devam eder mi, yoksa bağı kopar mı?
Bu konu, Müctehid âlimler arasında farklı hükümlerle değerlendirilmiştir.
Ehl-i Sünnet âlimleri bu durum karşısında (meselâ namaz vaktini geçirmiş veya içki içmiş olan) kişiye şu soruyu yöneltirler:
Namaz kılmak farz olduğu hâlde sen kılmadın. Allah’ın bu ermine inanmıyor musun?
İçki içmek haram olduğu hâlde sen içtin. Allah’ın bu haramını çiğnedin. Buna inancın yok mu?
Sorularına:
Müslüman kişi: “İnanmaz mıyım, her iki durumda da haram işledim” derse veya bu itikatta olursa, Ehl-i Sünnete göre, Müslümandır. Fakat namaz kılmadığı veya içki içtiği için haram işlemiştir, günaha girmiştir.
Ancak Ehl-i Sünnet, bir farzı yapmayan veya bir haramı işleyen kişinin imanlı kalabilmesi için kesinlikle inkârcı, alaycı ve küçümseyici bir tavır içinde olmadan işlediği haramdan üzüntü ve pişmanlık duymasını şart koşar.
Müsteşrik bağımlısı Modernist İlahiyatçı ve Felsefeciler, Kur’ân’a ve Hadislere şâibeli gözle baktıklarından dolayı “amel”le ilgili birçok hususu bilinçli olarak terk ederler, üzüntü duymaları da söz konusu değildir.
Mutezile, ibadeti terk eden ya da haram işleyen kişi, o anda kâfir olur. Çünkü “amel imandan bir cüzdür/parçadır” der.
 
Ahirette Şefâat Vardır
 
Ahirette peygamberlerin ve salih mü’minlerin şefâatta bulunma yetkileri vardır. Bu dünyada ve Ahirette her şey, Hak teala’nın izni ve yaratmasıyla olmaktadır. Bu hususta, birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif vardır:
Âyet-i kerimeler:
O’nun izni olmadan onun katında (meleklerden, peygamberlerden ve salih mü’minlerden) kim şefâat edebilir? (Bakara, 255)
Fakat (Ahirette) şefaatçilerin (peygamberlerin, meleklerin ve salih müminlerin) şefaatı onlara (kâfirlere) fayda vermez. (Müddesir, 48)
(O gün) Rahmân'ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır. (Meryem, 87)
O gün, Rahmân'ın izin verdiği ve (iman etme) sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Tâhâ, 109)
Allah, onların önlerindekini (yaptıklarını) ve arkalarındakini (yapacaklarını) bilir. Onlar, ancak Allah’ın rızâsına ermiş (ve şefâat izni alan) kimselerden başkasına şefâat edemezler ve hepsi Allah korkusundan titrerler. (Enbiyâ, 28)
(Âhirette peygamberler, melekler ve salih müminler, dostlarına (müminlere) şefâat ederlerken, müşrikler derler ki, bugün) bizim ne bir şefâatçımız ve ne de candan bir dostumuz var! (Şuarâ,100-101)
Hadis-i şerifler:    
Kur’ân okuyunuz! Çünkü o, kıyamet günü kendisiyle meşgul olan (okuyan, ezberleyen ve öğretimini yapan) kişilere şefaatçi olarak gelecektir. (Müslim, Müsâfirîn, 252)
Kıyamet günü üç zümre şefâat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehidler. (İbn Mâce, Zühd, 37)
Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenlerinedir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 21)
Peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a Makâm-ı Mahmûd (şefâat) makâmı ihsan olunmuştur. İsrâ sûresi’nin 79. âyetinde: “Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övülmüş makâm olan şefâate) ulaştırır” buyurulmuştur. 
Görüldüğü gibi deliller bu kadar açık olduğu hâlde, Mu’tezile ve Hariciler başta olmak üzere, Vehhabîler, Selefîler, Mealciler, Akâid ve Fıkıh âlimlerini devre dışı bırakan Mezhepsizler ve “Kur’ân bize yeter” diyen Hadis Münkirleri, Ahiretteki şefaati kabul etmezler. Bu durumda onların hiç biri şefaate kavuşamayacaklardır.
 
Evliyânın Kerameti Haktır
 
Evliyâ, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri yapan, O’nun rızâsını kazanan, peygamberlerin gösterdiği doğru yolda bulunan kişilerdir. Bunların inançlarında hiçbir bozukluk olmadığı gibi, ibâdetleri de devamlıdır. Nefsin isteklerinden olan menfaat düşkünlüğü, bencillik, kin, hırs, insanlara kötü muâmele bunlarda bulunmaz.
Kur’ân-ı kerimde buyuruldu: 
Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâp korkusu, nimetlere kavuşamama üzüntüsü yoktur. (Yûnus, 62)
Peygamber efendimize Eshâb-ı kirâmdan evliyânın kim olduğu sorulduğunda buyurdular:
Onlar öyle kişilerdir ki, görüldükleri zaman Allahü teâlâ hatırlanır. (Taberi, 4/2731)
Peygamberlerin mucize göstermeleri şarttır. Fakat evliyanın keramet göstermesi şart değildir. Ancak birçok velide keramet görülmüştür. Bu konu, âyet-i kerimelerde şöyle açıklanır:
1. Hazret-i Meryem’de görülen keramet:
(Peygamberim) Zekeriyya ne zaman Meryem’in bulunduğu bölmeye girse, onun yanında bir yiyecek buldu. “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da: “Bu Allah tarafından (gönderildi). Şüphe yok ki, Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır.” cevabını verdi. (Al-i İmran, 37)
2. Hak teâlânın Hazret-i Mûsa’nın annesine ilhamı:
Hani bir vakit (Fir'avun, doğan çocukları öldürüyordu da sen doğduğun zaman annen endişelenmişti. İşte bu sırada) annene ilham edilmesi gerekenleri ilham ettik:
Onu (çocuğu/Mûsa’yı) tabut içine koy da denize bırak. Deniz de onu sahile atsın. Onu, hem bana düşman, hem ona düşman olan biri alsın. Bir de mürakabem altında yetiştirilmen için üzerine tarafımdan bir sevgi bırakmıştım (ya Mûsa!). (Taha, 38-39)
3. Firavun’un karısı Âsiye Hatun’un duası:
(Yüce) Allah, îman edenlere, Firavun'un karısı (Âsiye)yi örnek gösterdi. Hani o, "Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun'dan ve onun yaptığı (küfür) işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!" demişti. (Tahrim,11)
Firavun, iman eden karısına o kadar işkence yapıyordu ki, sonunda bu duayı etti ve cennetteki evini görünce gülümsedi ve ruhunu teslim etti. Firavun “şu deliye bakın, biz işkence yapıyoruz, o ise gülüyor” dedi. (Kurtubi Tefsiri, Sûre: 66/11)
Vahhabiler, Selefiler ve Modernist İlâhiyatçılar keramete inanmazlar.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.