Ehl-i Sünnet’e Karşı “Marmara Okulu” Depremi

A -
A +
Dr. C. Ahmet Akışık
c.ahmetakisik@gmail.com
 
Osmanlı karşıtlığı “Marmara Okulu” ideolojisine sahip olanlarda görülen ortak bir özelliktir. Bu karşı gelme, Osmanlının “Sünni Müslüman” olmasından kaynaklanmaktadır. Mısır reformistlerinden Reşid Rıza, Türk ve Osmanlı muarızı ve düşmanıdır. Müsteşriklerin hedefleri doğrultusunda yazdığı “Muhâvera” isimli kitapta Ehl-i sünnet’e, Dört Mezhep imamına ve Müctehidlere galiz ifadeler kullanmaktadır.

 

 “Marmara Okulu”, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde bir kadronun oluşturduğu geleneksel İslam’a karşı, İslam’da yeniliği savunan, Tefsir, Hadis, Akaid, Siyer, Tasavvuf gibi ilim dallarında aklı ve doktoralı içtihadı ön plana alan bir anlayış ve yaklaşımı simgelemektedir. Bu kavram, aynı zamanda İslam olgusunda Batı merkezli bir zihniyeti ve köklü bir değişimi ifade etmektedir.
Okul, “Yüksek İslam” olduğuna göre, burada “İslam dini”nin, Tefsir, Hadis, Akaid, Fıkıh, Siyer, Ahlak gibi bütün ilim dalları, 1400 küsur yıldan beri Müctehid âlimlerce asli kaynaklarına uygun olarak bize kadar ulaşan esaslar ve ölçüler çerçevesinde öğretilmesidir. Nitekim ecdadımız Selçuklu ve Osmanlılar, İslam’ı “tebliğ ve tedris”te Dört Mezheb’i esas almak suretiyle itikad ve ibadette bulunmuşlardır. Bu uygulama onları geriletmemiş, bilakis yüzyıllar boyunda dünya hâkimiyetine götürmüştür. Üç kıtaya huzur ve sükûn gelmiştir. Hatta gayr-i müslim tebaa bile memnuniyetlerini izhar eder hâle gelmişlerdir.
Ancak bu denge, 19. Yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlamıştır. Avrupa 17. ve 18. Yüzyıllarda bilim ve teknolojide epeyce mesafe kaydetmiştir. Asırlarca İslam gerçeği karşısında savaşla bir sonuç alamamışlardır. Onun için strateji değişikliğine giderek Oryantalizm merkezleri kurmuşlardır. Buralarda senelerce, özellikle İslam ilimleri konusunda Müsteşrikler yetiştirmişlerdir. Bunu ilmî bir tabana bağlamak için “Uluslararası Müsteşrikler Kongreleri” düzenlemişlerdir. 1951’de 12.si İstanbul’da yapılmıştır.  Yetiştirilen Müsteşrikler, belli bir olgunluğa erince, bunları barış gönüllüsü, arkeolog, bilim adamı gibi isimler altında İslam coğrafyasına ihraç etmeye başlamışlardır.
Batı 19. Yüzyılın ikinci yarısında atağa geçerek Osmanlıyı fikrî, siyasî, iktisadî ve teknolojik yönden tamamen abluka altına almıştır. Bu dönemde fikir ve ruhunu Batı’ya kaptıran Osmanlı aydını “aydınları”, bir Avrupa ülkesiyle irtibat halindedir. Bir nevi o ülkenin hesabına çalışmaktadır. Hikâye, roman ve şiirde artık tema, genelde Batı standartları olmuştur. Ahlak anlayışı tamamen değişmiş, örf ve âdetler unutulmuştur. En milliyetçi bilinen yazar bile Yönetim ve Padişah karşıtı olmuştur. Hatta açıktan İslam ve ahlâkî değerler, alay konusu yapılmış ve hedef hâline getirilmiştir.
Esasında bütün bunlar, bir üst akıl tarafından yönetilmekte ve koordine edilmekteydi. Ancak bu akıma kapılanlar, bundan habersizdi. Zaten çoğu genç, tecrübesiz ve bilgisizdi. Böyle bu ortam, Misyoner Müsteşrikler için arayıp da bulamadıkları, belki de amirleri tarafından önlerine konan bir fırsat ve görev olmuştu.
İşte bu ortamda müseccel mason Cemalettin Afganî, sözde İslam’ı anlatmak, aslında Osmanlıda hâkim olan ve yaşanan Ehl-i Sünnet’i değiştirmek için Türkiye’ye gönderilmiştir. İtibar da görmüştür. Fakat konferanslarından birinde “Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır” dediği, dolayısıyla Peygamberliğin vahye dayanmadığını ima ettiği, neticede itirazlara ve karışıklığa sebep olduğu için sınır dışı edilmiştir.
Tanzimat’ın son yılları ve Meşrutiyet dönemlerinde Osmanlıda okur-yazar ve idareci olan “Müslüman kesim”de din ve maneviyat algısı böyleydi.
Cumhuriyet döneminde 1950 yılına kadar, İslam ve kurumlarıyla ilgili radikal kararlar alınmış ve uygulanmıştır.
3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat kanununa dayanılarak bütün medrese ve mektepler, Maarif Vekâleti’ne bağlanmış, 4 yıllık İmam-Hatip Mektepleri 1929-1930 öğretim yılında tedrise kapatılmış ve Türkiye’de Kur’ân öğretim ve öğrenimi, resmî olarak 24 yıl yapılamamıştır.
Öte yandan Hristiyan ve Yahudi azınlıklara dönük dinî özgürlüklerini kısıtlayıcı, zedeleyici ve engelleyici hiçbir yaptırım görülmüyordu. Nüfusun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede bütün bunlar, Müslümanlara karşı yapılıyordu. Bu elem verici korkunç uygulama, âdete İslam’dan ve Müslümanlardan öç alırcasına acımasızca yapılıyordu. Hatta evinde Kur’an bulunduran ve okutanlar, sorgulanıyor, çoğu zaman da tutuklanıyordu.
Bu şartlar altında 1949’a gelindi. Namaz kıldırmak için değil, Müslümanların cenazelerini kaldıracak imam yetiştirebilmek için 15 Ocak 1949’da birkaç haftalık İmam Hatip Kursları açıldı. Fakat bu kursları kim verecekti. Kök kurutulmuştu. Gaye olumsuz olsa da yine aynı yıl, Ankara Üniversitesine bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılmıştı.
Derken ülkede bir iktidar değişikliği oldu. Demokrat Parti 1950’de hükûmeti kurdu. Müslümanlar rahat bir nefes aldı. Çünkü dine özgürlük vadiyle seçimi kazanmıştı. Kur’an Kursları ve İmam Hatip Okulları peyderpey açılmaya başladı. Yıldan yıla adetleri arttı. 1951-1952 döneminde 7 adet olan İHO sayısı, 1970-1971 öğretim yılında 72'ye çıktı. Yaklaşık 50 yıl sonra 2018-2019 öğretim yılında bu sayı, 5 bin 138’e yükseldi.
İHO mezunlarının mesleklerini yüksekokul veya enstitü olarak devam etmelerini sağlamak için 19 Kasım 1959 tarihinde MEB’na bağlı ilk Yüksek İslam Enstitüsü İstanbul’da açıldı. Bundan sonra bu okullar, belli başlı illerde açılarak adedi 8’e çıktı. 1982’de çıkan 41 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 7 YİE’sü İlahiyat Fakültesi’ne dönüştü 1’i de kapatıldı.
Gelelim konunun esasına. Okul binaları, fizikî mekânlardır. Önemli olan bu mekânların maksadına uygun kullanılıp kullanılmamasıdır.  
Ülkemizde İlahiyat Fakültelerinde, özellikle Marmara İlahiyat Fakültesi’nde ve fakülteye dönüşümünden önce İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde “İslam Alanında Yapılan Çalışmalar”da yaklaşık 1400 yıldan beri gelen “İslam Esasları”nda bir sapma ve değişim gözlenmiş midir? İslam’ı asli hüviyetinden soyutlayan FETÖ ve Oryantalizm gibi yabancılaşmayı hedefleyen örgütlerle bir bağlantı tespit edilmiş midir? Akademik çalışmaların niteliğinde, bilimsellik mi, yoksa ideoloji mi ön plana çıkmıştır? Ecdadımız Selçuklu ve Osmanlıya nefret duyan kişilerin habis fikriyatıyla necip milletimizin temiz İslam anlayışı kirletilmek istenmiş midir? Diyanet ve Vakıflar gibi devlet kurumlarını kendi fasit ideolojileri için birer arka bahçe kabul ederek, Ehl-i sünnet adına kendilerini uyaranlar, yalancı, müfteri, tarikatçı ve diyanet düşmanı olarak ilan edilmiş midir? Dönüşümde önce Marmara İlahiyat Fakültesinde aynı Paris’te mason Afganî örneğinde olduğu gibi Ehl-i Sünnet karşıtı “gizli ve yeminli” bir kadro oluşturulmuş mudur?
Şimdi bu sorulara, bir makale boyutunda cevap bulmaya çalışılacaktır.
 
Ehl-i sünnetten sapma
 
Müslümanlık (İslam) Ehl-i sünnetten ibaret değildir; diğer İslam mezheplerinin mensuplarıyla da -mezhepçilik ve mezhep misyonerliği yapmaksızın- ümmet bilinci ve din kardeşliği çerçevesinde iyi ilişkiler kurmak, ortak düşman ve tehlikelere karşı dayanışmak gereklidir.
Mevdûdî'yi, Muhammmed Hamîdullah'ı... mezhepsiz, reformcu, Ehl-i sünnet dışı ilan edenleri ise tenkide bile değer bulmuyorum. (Hayrettin Karaman)
Ehl-i Sünnet kavramı, önce Akaid ile ilgili bir kavramdır. İyi ilişkiler kurma ve kardeşlik tamamen Fıkıh ve ahlakla ilgilidir. Ehl-i Sünnet kavramı, Fıkh-ı Ekber, Emali ve Nesefî gibi Akaid kitaplarında esasları itibarıyla tanımlanmıştır. Akaid kitaplarında kardeşlik ve dayanışma gibi bahisler yer almaz.
Mevdudî’nin, kaderi inkâr ettiğini, “Râbıta” üyesi ve Vahhabî olduğunu bütün cihan bilmektedir.
Muhammed Hamidullah, Batıda Müsteşriklerin elinde yetişen, Mi’raç ruhîdir diyen, âyet ve hadislerle sabit Mescid-i Aksa’yı göklerde gösteren, Uzak Doğu’daki bazı filozofların Peygamber olduğunu ileri süren ve “Peygamber gençliğinde puta kurban kesmiştir” diyen bir ehl-i bid’attır.
“Ortak düşman ve tehlikelere karşı dayanışmak gereklidir” ifadesi ise, bire bir FETÖ sloganıdır.
 
Osmanlı Karşıtlığı
 
Osmanlı karşıtlığı, “Marmara Okulu” ideolojisine sahip olanlarda görülen ortak bir özelliktir. Bu karşı gelme, Osmanlının “Sünni Müslüman” olmasından kaynaklanmaktadır. Mısır reformistlerinden Reşid Rıza, Türk ve Osmanlı muarızı ve düşmanıdır. Müsteşriklerin hedefleri doğrultusunda yazdığı “Muhâvera” isimli kitapta Ehl-i sünnet’e, Dört Mezhep imamına ve Müctehidlere galiz ifadeler kullanmaktadır. Türkçe’ye çevrilen bu kitabı, sadeleştirerek DİB’na sunan Hayrettin Karaman olmuştur.
 
Eshab-ı Kiram Arasında Ayırım
 
Ben Muaviye'yi ne severim, ne de ona söverim. (Hayrettin Karaman)
Hazret-i Muaviye, Eshab-ı Kiram’dandır. Hazret-i Peygamber’in mektuplarını yazanlardan, hatta vahiy kâtiplerindendi. Çeşitli âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde sahâbe-i kiram övülmüştür. Sünni Akaid kitaplarında bir Müslümanın Sahabe arasında hiçbir ayırım yapmadan onları hayırla anma esası bulunmaktadır. “Sevmeme”nin altında kin, buğz ve düşmanlık vardır. Netice olarak bu durum, bir Müslüman için çok tehlikelidir. Hatta bir Müslümanın bir Müslümanı sevme mecburiyeti bulunmaktadır. Çünkü her Müslüman, kalbinde “Allah’a iman” nurunu taşır.
DİA (İslam Ansiklopedisinde) Ö.Nasuhi Bilmen maddesinde, Bilmen hocanın yazdığı kitaplar arasında Hazret-i Muaviye ile ilgili kitabı zikredilmemiştir. Acaba sebebi ne olabilir? Araştırmaya değer bir konudur. 
 
İbn Teymiyye Hayranlığı
 
İbn Teymiyye'nin birbirinden müstesna bir güzelliği bulunan eserleri içinde en şâheseri Minhâcü's-sünne'sidir. (Hayrettin Karaman)
İbn Teymiyye, “Dört Mezhep” imamının Akaid esaslarına aykırı olarak, yüce Allah’ın sıfatlarını yanlış tanıtmış ve mekândan “münezzeh” olan Allah’a mekân “tecsîm/cisimlendirme” isnadında bulunmuştur. Bundan dolayı da Suriye ve Mısır’da hapsedilmiştir. Bugünkü Vahhabilik ve Selefiliğin kökeni, “İbn Teymiyye’nin Cumhur’a aykırı görüşleri”ne dayanmaktadır. Vahhabîlik prensiplerine göre, Ehl-i sünnet Müslümanları “müşrik” durumundadır.
 
Kutsallık
 
İslam’da evlilik akdi (nikâh), ibadet ve kutsal değildir. Batı’da (Hristiyanlıkta) kiliselerde kıyılan “dînî nikâh”, din adamı olmayan memurların kıydıkları resmî nikâhtan farklıdır; bu nikâh kutsaldır, kilisede kıyılır ve ancak din adamı kıyar. İşte bu manada İslam’da “dînî nikâh” yoktur. (Hayrettin Karaman)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre İslam’da nikâh, farzdır. Âyet ve hadislerle sabittir. Yüce Allah’ın her emri gibi bu da mübarek ve mukaddestir. Karaman’ın bu, fasitin de ötesinde batıl görüşü, tamamen Reformist Hristiyanlık ve Oryantalizm’e dayanmaktadır. Karaman, akla ziyan Hristiyanların nikâhına “dinî nikâh” dediği hâlde, bu tabiri, nedense Müslümanlar için kullanılmasını uygun bulmamaktadır.
Müsteşrik bağımlısı Ömer Özsoy, “Ulûhiyet’ten başka bir kutsallık” tanımadığını, Kur’an’ın kutsal bir kitap olmadığını, hatta Kur’an’ın “Allah kelamı” olmasının tartışmalı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Mustafa Öztürk de vahyin gelişi, kıssalar, Hazret-i Musa-Hızır ve cihad gibi konularda Kur’an’a yönelik eleştirileriyle sadık bir Misyoner Oryantalist hüviyetindedir. Ömer Özsoy, hızlı bir Fazlurrahmancı ve tarihselcidir. Doktora tezi, tarihsellik konusundadır.  
Şu bilinen bir gerçektir ki, Reformist Hristiyanlar, kutsallığı “tanrı”nın dışında pek kullanmazlar. Vahhabîler/Selefîler, “lafza-i celâl”den başka, Hazret-i Peygamber’in ve dört halifenin isimlerinin camilere asılmasını şirk kabul edip kutsallığa aykırı bulurlar. Ülkemizde de yeni yapılan bazı camilerde, dört halifenin isimlerinin bulunmaması böyle fasit bir inanca dayanmaktadır. Tek kelime ile “Ehl-i sünnet”e reaksiyonu ifade etmektedir.
 
Taslak Müctehidlik
 
Programcı soruyor: Efendim, şimdi soracağımız sorulara bir “müctehid” olarak mı cevap vereceksiniz? Hayrettin Karaman: “Evet” diyor. 
Günümüzde doktora yapan ilim adamlarının tamamı, ictihad yapmaktadırlar; ictihadsız doktora olmaz. (Hayrettin Karaman)
İctihad, İslam’da bir terim/kavramdır. İmam Gazalî, Suyûtî, Ebussuûd Efendi, Kurtubî ve İbn Abidin bile allâme oldukları hâlde “Dört Mezhep”ten birine bağlı kalmış ve müctehidlik iddiasında bulunmamışlardır. Zamanımızda nice doktoralı mason ve mürtedler ile birlikte Kur’an, Hadis ve İslam Münkirleri bulunmaktadır. Karaman, bu son derece yanlış ve batıl görüşünden dolayı tevbe etmesi gerekir.
 
FETÖ Mukallitliği      
 
Şimdi bir adam hem ehl-i kitap olur, hem de kâfir olmayabilir mi? Evet, bu mümkün. Bunun delili, Bakara, 62. ayettir. Bu ayete göre Allah’a şirksiz inanan, ahirete iman eden kâfir değildir. (Hayrettin Karaman)
“Kurtuluş fikri, burada (Bakara, 62.) sadece üç şarta bağlanmıştır: Allah'a iman, Hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak.”  (Mısır, Dönme M.Esed)
Allahü teâlâ -Ehl-i kitap gibi- müşrik olmayan inkârcıları bağışlayabilecektir. (Nisa, 48: Diyanet, Tefsir. H.Karaman ve Arkadaşları)
Fetret ehli; putperest, müşrik, (ehl-i kitap) hatta ateist bile olsa dinî bir yükümlülük altında bulunmadığından ahirette kurtuluşa erecek ve cennete girecektir. (DİA, “Fetret” mad.) 
(Cevaplar için bk:  Vatikan ve FETÖ projesi “Diyalog” uğruna İslam Feda mı Ediliyor? Türkiye Gazetesi, 28.09.2019)
Ülkemizde Sünnî Müslümanlığa karşı oluşan “Marmara Okulu” projesinin çekirdek kadrosunda H. Karaman ve B. Topaloğlu başta olmak üzere Hamidullah, M. Tancî, S. Tuğ, T. Altıkulaç, S. Yeprem (ve sonradan katılan) M. Görmez ve A. Bardakoğlu bulunmaktadır.
Ehl-i Sünnet’e Karşı “Marmara Okulu” Depremi
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.