“Ankara İlahiyat”ta Sünnî İslam’a karşı “Oryantalist” kaynaklı “Sapkın Din” anlayışı

A -
A +
Eğer bir kişi, Peygamberi, Hadisleri, Sahâbe’yi Müctehidleri devreden çıkararak, salt sözlük ve mantık çerçevesinde âyetlere mana vermeye kalkarsa, Müslüman olmayan ve Kur’ân’ı ilâhî kitap kabul etmeyen bir Oryantalist ve Lüterciden farkı kalmaz     Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Cumhuriyet rejiminin Batı orijinli din algısına destek vermek amacıyla kurulmuştur (1949). Buna göre hedef, İslam’ı yaklaşık 1500 yıllık Sünnî Külliyat’ıyla öğretmek değil, o tarihlerde bütün İslam ülkelerinde - İslam’da Islâhat, Modernizm ve Sekülerizm çerçevesinde- yürürlüğe konulan “İslam’ı değiştirme” projesiyle eşgüdümlü bir din algısını oluşturmaktı. Ankara İlahiyat’ta bu doğrultuda bir öğretime geçildi. Müsteşriklerin tercüme eserleriyle Din Psikolojisi, Sosyolojisi, Felsefesi, Dinler ve İslam Tarihi gibi dersler veriliyordu. Ancak İslam’dan uzak bu öğretim ortamında Tefsir ve Hadis Kürsüleri başkanı Bosna menşeli Prof. M. Tayyib Okiç, derslerinde Sünnî eser ve âlimlerine yer veriyordu. Okiç hoca, Fakülte öğretimine uygun bu metodunu senelerce sürdürdü. Fakat onun bu tutumu, Müsteşrik zihniyetli hoca ve bazı ilgili kişileri rahatsız etti. Sonunda Okiç hoca - aynı İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü müdürü Ahmet Davudoğlu gibi - âdeta istenmeyen hoca ilan edilerek Fakülte’den uzaklaştırıldı. Fakat yetiştirdiği iki öğrencisi Prof. Dr. İ. Cerrahoğlu ve Prof. Dr. T. Koçyiğit, hocaları Okiç’in İslam öğretim metodunu emekli olana kadar sürdürdüler. Bu durumda Ankara İlahiyat’ta İslam’ı modernize etme, hatta değiştirme konusunda Akademik yapıda hemen hemen bir engel kalmamış oldu. Artık Sünnî İslam ve başörtüsü karşıtı Neşet Çağatay, “dede” rütbeli Hüseyin Gazi Yurdaydın, Bahriye Üçok, Neda Armaner, Beyza Bilgin, Rami Ayas gibi hocalar, Oryantalist tabanlı bir “din anlayışı”nın oluşumu için çaba sarfeden - tabir yerinde ise kendilerine göre çevre temizliği yapan – kişiler oldular. Asıl “kozmik oda”nın anahtarları, Hüseyin Atay ve M. Said Hatipoğlu’nun elindeydi. Bunlara anahtarları teslim eden de Uluslararası Müsteşrikler Kongresi üyelerinden Fas asıllı Muhammmed Tanci ile Paris bağlantılı Muhammed Hamidullah idi. Oryantalistlerin kucağında büyüyen bu kişiler, senelerce Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslar (!) vererek Sünnî İslam algısının değişmesi yönünde çalışmalar yapmışlardır. Bu girişten sonra ecdadımız Selçuklu ve Osmanlının temsil ettiği İslam’ı yabancı ve yanlış bir İslam anlayışı ile değiştirmeye kalkanları, şu başlıklar altında verebiliriz:   KADER ANLAYIŞI   Yanlış: Hadislerde geçen “kadere iman” ifadeleri, “haber-i ehad” zinciri ile gelmiştir. Dolayısıyla bunlar, Akâid konusunda zorunluluk ifade etmez. Ayetlerde bildirilen kader ise, “ölçü” anlamındadır. İslam’da kadere iman ve alınyazısı diye bir şey yoktur (Hüseyin Atay).Doğrusu: Usûl-i Hadis ilmi âlimlerine göre, kaderle ilgili hadisler, Buhârî başta olmak üzere (Buhârî, Kader bölümü), bütün Hadis Külliyat’ında yer almaktadır. Bu konuda âlimlerin ittifakı bulunmaktadır. Kaldı ki, hiçbir hadis olmasa bile, kader, Kur’an-ı hakîm’de bir çok âyette bildirilmiştir. Yüce Allah’ın ilmi her şeyi kuşattığı (Nisâ,126) gibi, her şeyi yaratan da O’dur (Ra’d,16). Kader konusunda şüphe, Allah’ın ilmi ve yaratmasına itirazı ve inançsızlığı sonuçlandırır. Kul, yaratıcı değil, ancak kesb edici/kazanıcıdır. “İrademiz, kaderimizdir” görüşü, Mu’tezile ve Modernistlerin iddiasıdır. Ancak alınyazılarındaki va’de gelince, hiçbir Modernist İslamcı ya da Firavun ve Nemrut tabiatlı bir kişi, “ben gitmem!” diyemez. İnsan, dünyaya gelirken irade sahibi olmadığı, ana ve babasını seçme imkânı bulunmadığı gibi alınyazısına uyarak bu dünyadan ayrılır. Kadere inanmayan ve “irademiz kaderimizdir” diyerek Oryantalist destekli Mu’tezile’nin “yaratıcılık” (!) akımına kapılanlar, ölüm döşeğinde ölüm meleği karşısında iradelerinin sıfırlandığını görecek ve yanıldıklarını anlayacaklar, ama  artık iş işten geçmiş olacak, geriye dönüşleri de mümkün olmayacaktır. Bunların hepsi, âyet ve hadislerde açıklanıyor. Yoksa Mutezile ve Modernistlerde olduğu gibi, mantık sonucu değildir. Çünkü din, tamamen vahyîdir, akıl ve mantık, onu anlama vasıtasıdır. Kader konusunda “ölçü”yü koyan (Ra’d,8), Levh-ı Mahfûz’u yaratan (Burûc,22), her şeyi Kitab-ı Mübîn’de muhafaza eden (Yâsîn,12), silinmesini dilediği bir şeyi silen (Ra’d,39), kâdir-i mutlak Allah’ü teâlâ’dır. Mülkün/evrenin tek ve yegâne hakiki ve daimî sahibi O’dur. Müslümanlar, böyle bir Allah’a iman ederler.   CEHENNEM AZABI   Yanlış: “Allah âdil ise, sınırlı bir ömürde yapılanlara sınırsız bir azap verir mi?” sorusuna Ş. A. Düzgün, şu cevabı verir: Kişinin sınırlı bir zaman diliminde işlediği günahlar sonucunda sınırsız bir azapla karşılaşması, mantıken doğru mudur? Doğal olarak mantıksal açıdan doğru değildir. Bu konuda âyet ve hadisler, cennetlik ve cehennemliklerin Ahiret’te ebedî/sonsuz kalacaklarını bildiriyor. Ancak konuya başka mantıkî bir açıdan bakıldığında - ki, İbn Teymiyye, öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye, Mu’tezilî Filozof Makdisî gibi zevât, bu konuda farklı düşünmekte - “cehennem azabının sürekliliği ile Allah’ın merhameti ve adaletinin nasıl bağdaştırılacağı” sorusunu akla getirmektedir. İsmi geçen kişilerin de “cehennem azabının sonsuz olamayacağı”na dair müstakil eserleri vardır. Ben de bu zevat gibi, cehennem azabının sürekli olmayacağı kanaatindeyim (Şaban Ali Düzgün).Doğru: Tefsir ve Fıkıh Usûlü ilimlerine göre Kur’an’daki, Muhkem - Müteşâbih; Âm - Hâs; Nasih-Mensûh; Hakikat - Mecaz – Kinaye – İstiâre - İltifât; Hasr – Takdîm – Te’hîr -Müşkil - Mücmel – Garîb gibi terimleri ve bunların anlamları ile kullanışlarını bilmeden âyetlere mana vermeye kalkmak, kasap bıçağı ile ameliyat odasına girmeye benzer. Bu konuda yazılmış Burhan “Zerkeşî” ve İtkan “Suyûtî”  gibi kitaplar, âyetlerin tevcih ve te’vili konusunda bilgi veren önemli kaynakların başında gelmektedir. Eğer bir âyetin anlamı sarih/açık ise, delâlet ettiği mana dışında âyetin tevcih ve te’vili dır. Bir çok âyette Cennet “Talâk,11” ve Cehennem’in (Ahzâb,64-65) sonsuz olduğu “hâlidîne fîhâ ebedâ” te’kid ifadesiyle bildirilmiştir.   Yüce Allah, bir Modernist’i yaratmak mecburiyetinde değildir. Fakat onu insan olarak yaratmıştır. Sürüngenlerden bir hayvan olarak yaratabilirdi veya hiç yaratmayabilirdi. Bu konuda Allah’a, bir mecburiyet var mıdır? Hayır, yoktur. Sonra insanoğlu, Allah’a, yılanı sürüngen yarattın, kuşlar ise uçuyor, bu adalet mi, diyebilme hakkına sahip midir? Hayır. İnsanlardan bazısı anadan doğma görme özürlü doğuyor. Bazısı uzun, bazısı kısa, bazısı beyaz, bazısı esmer dünyaya geliyor. Zenginin çocuğu ile fakirin çocuğu aynı şartlar altında mı dünyaya gözlerini açıyor? Kimisi Sibirya’da, kimisi Hindistan’da kimisi de İstanbul’da hayatını devam ettiriyor. Bu durum, adaletle ilişkilendirilebilir mi? İnsan, akıl, irade ve nefis sahibidir. İnsan, cinlerle birlikte yüce Allah’ı tanımak ve ibadet etmekle mükellef kılınmıştır (Zâriât,56). İnsanda iyilik ve kötülük yapabilme kabiliyeti bulunmaktadır. Meleklerde ise kötülük yapabilme özelliği yoktur. Kendilerine verilen görevleri yaparlar ve asla isyan etmezler (Tahrîm,6). Bunların dışında yergökler ve bunların arasında olan bütün canlı ve cansız varlıklar, “teklif”ten âzâde olarak kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ederler (İsrâ,44). Yüce Allah, kâinatta/evrende böyle bir nizam kurmuştur. İnsanı diğer varlıklardan farklı kılarak, aklî mekanizmayla donatmıştır. Bu akıl ve mantık, yaratanını tanısın, vahye ve peygambere tâbi olarak O’na kullukta bulunsun diye verilmiştir. Yoksa o akıl, küfretsin, isyanda bulunsun, ulûhiyet sıfatlarını eleştirsin ve âcizliğini düşünmeden “hayır, kâfirleri sonsuz olarak cehennemde yakması, adaletine uygun düşmez” diyerek şeytanî bir mantık yürütsün diye verilmemiştir. Müslüman, vahye ve Peygamber’e teslim olan kişidir. Bu konuda sarih âyetler var iken, cumhûr-ı ulema karşıtı İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye ve Mu’tezilî Filozof Makdisî’nin açıkça Kur’an’a aykırı görüşü, ümmet için senet olabilir mi? Onun için Sünnî Akâid ulemâsı, bid’at ve dalâlet ehlinin Cumhûr’a aykırı görüşlerini reddettiği gibi, M. İbn Arabî’nin bu konudaki beyanını da “şâz” olarak nitelendirerek sahih ve doğru kabul etmemiştir (Ahmed Farukî, Mek. I/266. mek.). Her kitabın yazdığı ve her kişinin söylediği, doğru kabul edilmez. Söz gelişi, Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’a “oğul” isnat ediyorlar. Kitaplarında yazıyor diye, bu, Müslüman için delil olabilir mi? Demek ki, mantığın da bir şirazesi var. Eğer onda bir kayma olursa, her şey bozulur ve değişir. Ehl-i küfür ve dalâlet, bu bakımdan hidayet ve rahmetten uzak kalmıştır. Yüce Allah, bu dünyada Rahman sıfatının tecellisi olarak kâfirler de dahil bütün canlılar, hayatlarını devam ettirecek rızık ve imkâna sahip olmaktadırlar. Ancak akıl, irade ve yaşama imkânı bahşedildiği hâlde Allah’ın ulûhiyetini inkâr eden, gönderdiği peygamberini kabul etmeyen, dolayısıyla ibadet ve tâati reddeden kâfirler, elbette Cehennem’de sonsuz kalacaklardır. Rahîm sıfatının tecellisi olarak Mü’minler de Cennet’te çeşitli nimetler içinde sonsuz yaşayacaklardır.   KUR’ÂN’A İTİRAZ   Yanlış: Kölelik, cariyelik, kadının şahitliği (Bakara,282), mirastaki paylar (Nisâ Suresi), recm (Nûr,2) gibi konular zaman içinde neshedilmiştir, İslam toplumu kendi vicdanında bunları neshetmiştir, kaldırmıştır. O günkü koşullarda bunlar anlamlı idiler, fakat bugün tamamen anlamsız hâle gelmişlerdir. Kur’an’dan bunların değiştirilmesi kanaatindeyim (İlhami Güler).Doğru: Kur’an-ı hakîm, Allah kelâmıdır, vahyîdir ve hükümleri evrenseldir. Hiçbir toplum, hiçbir insan, Kur’an hükümlerini nesh edemez ve buna çür’et edemez. Bir kişi,  Kur’an hükümlerini beğenmeyebilir, şunlar, mantığıma uygun düşmüyor, diyebilir. Çünkü insanlar, Mü’min olabildikleri gibi, kâfir de olabilmektedirler. Ancak Kur’an’ı ve hükümlerini beğenmeyen birinin, Müslüman etiketini kullanarak Müslümanların kitabı Kur’an’a dil uzatamaya, kötülemeye, tahkir etmeye, “şu şu hükümleri değişmelidir, bugünkü çağa, anlayışa uymuyor” demeye hakkı yoktur. Eğer din değiştirmişse, dürüst davranarak, bunu açıklamalıdır. Nitekim Oryantalist kâfirler, zaten Müslümanların inandığı Allah’a, İslam’a, Peygamber’e ve Kur’an’a inanmıyorlar. Fakat herkes biliyor ki, bunlar, Yahûdi, Hristiyan, Mecusi, Budist, Ateist veya başka bir dinden. Bu inançta olanlara önerimiz şu olabilir: Müslümanlar arasında bulunup münafıklığa özenenler ve Müslümanların kutsallarına saldıranlar, Fransa devlet başkanı E. Makron’a danışman olabilirler. Yakışır da. Yanlış: Kehf suresi’nde Mûsa ile sözüm ona bilge kişi arasında uzun konuşmalardan bahsediliyor. Bilge adamın yaptığı bazı işler var, biliyorsunuz. Sonunda o bilge kişi, bu olayların gerekçelerini açıklıyor. Ancak birini bugünkü insanın vicdanının ve sağduyusunun bunu kavraması ve anlaması mümkün değildir. O sözde bilge kişi, bir çocuğu öldürüyor. Gerekçe olarak da o büyüyünce iyi olan ana-babasına sıkıntı verecek ve zulmedecek diye. Böyle bir gerekçe olabilir mi (İlhami Güler)?Doğru: Kehf suresi’nde Mûsa ile sözüm ona bilge kişi dediği, âyette “ledün ilmi/gaybe âit ilim” öğretilen ve “rahmet” verilen (Kehf,65) bir mübarek kişidir. Kaynaklar, Hızır aleyhisselâm olduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı hakîm’de hükümler, kıssalar, kâinat’a/evren’e âit ve ibadetlerle ilgili bilgiler, genel olarak mücmel ve muhtasar verilmiştir. Kur’an’a “veciz ve beliğdir” denilmesinin sebeplerinden biri budur! Kur’an’ı en doğru şekilde Hadisler açıklamaktadır. Eğer bir kişi, Peygamberi, Hadisleri, Sahâbe’yi Müctehidleri devreden çıkararak, salt sözlük ve mantık çerçevesinde âyetlere mana vermeye kalkarsa, Müslüman olmayan ve Kur’an’ı ilâhî kitap kabul etmeyen bir Oryantalist ve Lüterciden farkı kalmaz. Sonuç: Allah kelâmı olan Kur’an-ı hakîm, Mekke kâfirlerinin ve tabanı din karşıtlığı olan sekülerizm bağımlılarının mantığına göre indirilmemiştir. Kur’an, İncil gibi dört parçaya da bölünmemiştir. Onun öngördüğü din, İslam’dır, o da vahye dayanır. Vahyi, Hadisleri, Sahâbe-i kiram’ı, Müctehidleri devreden çıkaranlar, Allah kelâmını ve onun yüceliğini anlayamazlar. Kur’an, bir kelimesi değişmeden - hükümleri ve kıssalarıyla birlikte - bütünü Kıyamet’e kadar yürürlükte kalacaktır. Hükümleri indiği zamanla sınırlı değildir. Mesajları evrenseldir. İslam’ın hakikat nuruna gözlerin kapatanlar, kulaklarını tıkayanlar ve kalplerine Sekülerizm’i yerleştirenler, elbette onun nurundan mahrum kalırlar. İslam’ı değiştirme sevdasına kapılanlar, Kur’an’ı hoş karşılamasalar, beğenmeseler, Hristiyanlıktaki gibi tahrifat özlemi içinde olsalar, hatta basında bazı çalışanlar gibi fonlansalar da kesinlikler başarıya ulaşamayacaklardır. Çünkü: Onlar (kâfirler,) ağızlarıyla (makale, kitap, konferans ve videolarıyla) Allah'ın nurunu (İslam dinini) söndürmek (hükümlerini geçersiz kılmak) istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacak (gayesine ulaştıracak ve Kıyamet'e kadar onu koruyacak)tır (Saff,8).  “Ankara İlahiyat”ta Sünnî İslam’a karşı “Oryantalist” kaynaklı “Sapkın Din” anlayışı“Ankara İlahiyat”ta Sünnî İslam’a karşı “Oryantalist” kaynaklı “Sapkın Din” anlayışı  
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.