Ehl-i Sünnet Müslümanlığına Karşı: Sapkın İnanç ve Görüşler

A -
A +

Şimdi her dinî alanda Hicrî 5. asra kadar verilen fetvalar/ictihadlar ve yazılan kitaplar, İslam dünyasının, âlimlerin ve Müslümanların ilk referans/kaynak eserleri olmuştur. Bu eserler, İslam dinini çeşitli açılardan tahrip etmeye yeltenenlere, İslam düşmanlarına, Oryantalistlere ve İslamcı Modernistlere karşı etrafı surlarla/müctehid fetvalarıyla çevrili bir kale hüviyetindedir.

Müctehid âlimler, Eshâb-ı kiram’dan aldıkları İslam mirasını, muhteva ve esaslarını değiştirmeden, büyük bir hassasiyet ve din gayreti içinde, özellikle akâid ve fıkıh konularını “bölüm”ler ve “bab”lar itibariyle tasnife tâbi tutarak kayda geçirmiş ve kitaplaştırmışlardır. Böylece akâid ve fıkıh alanları bir sisteme kavuşmuştur. Sonra bunları, diğer ilim dalları takip etmiştir. Bu ilmî çalışmalar, Modernist İslamcıların iddia ettikleri gibi İslam’a yapılan bir ilâve veya din dışı bir çoğaltma değildir.

Şimdi her dinî alanda Hicrî 5. asra kadar verilen fetvalar/ictihadlar ve yazılan kitaplar, İslam dünyasının, âlimlerin ve Müslümanların ilk referans/kaynak eserleri olmuştur. Bu eserler, İslam dinini çeşitli açılardan tahrip etmeye yeltenenlere, İslam düşmanlarına, Oryantalistlere ve İslamcı Modernistlere karşı etrafı surlarla/müctehid fetvalarıyla çevrili bir kale hüviyetindedir. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin ortaya çıkışı, bu sebeple olmuştur. Bu, sağlam ve muhkem bir kaledir, adı da “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” kalesidir. Bu kaleye girmek ve sığınmak suretiyle dünya ve âhiret’te kurtuluşa ermek isteyen herkes -saldırı, tahrip, tahkir, tahrif ve tekzip eyleminde bulunmamak şartıyla- bu mübarek mekâna ve topluluğa davetlidir, kapısı da her an bütün cihana açıktır.

Ancak bu “nâciye” topluluğa katılmak yerine onu söz ve eylemleriyle tahrip, tezyif, tahkir ve tebdil etmek isteyenler vardır. Bizler, Müslüman kardeşlerimizi, özellikle gençlerimizi bu yıkıcı akımlardan korumak ve onları doğru bir şekilde bilgilendirmek maksadıyla elimizden geldiği kadar çalışıyor ve bu konuda uyarı görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. Çünkü dinimize göre bir malı kazanma ve sarf etme sorumluluğu olduğu gibi, ilmin de kendine mahsus bir sorumluluğu bulunmaktadır. Yeter ki, bu görev, ihlâs ile ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıkladıkları esaslar çerçevesinde yapılsın. Yazılarımızda “yanlış” başlığı altında verdiğimiz iddialar, ilgilinin kendi sözleri, “doğrusu”nda kullandığımız bütün açıklamalar da, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarından alınan fetva ve hükümlerdir.

Bu makalemizde konu, “iddia ve cevap” başlıklarıyla ele alınmıştır. Cevaplar, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarından alınmıştır.

Ehl-i Sünnet Müslümanlığına Karşı: Sapkın İnanç ve Görüşler

ESHÂB-I KİRAM ARASINDA AYIRIM YAPMAK

İddia: Sahâbe, normal bizim gibi insanlardı. Onlara kutsiyet atfedilemez. İçlerinde cahil ve hırsız kimseler vardı. Makam ve mevki hırsı ile aralarında savaşlar olmuştur.

Cevap: Hayır, bizim gibi insanlar değillerdi. Resûlüllah’ın mübarek sohbetinde kemale ermiş, yüksek manevî derecelere kavuşmuşlardır. Vahye şahit olmuşlar, âyet ve hadislerle övülmüşlerdir. Hiçbir veli/evliya, sahâbe derecesine erememiştir. Hepsi sika/güvenilir ve âdil kimselerdi. Bu bakımdan herhangi bir sahâbîye yalan ve hırsızlık isnat edilemez. Bu iddialar, İslam düşmanı Misyoner Oryantalistler tarafından ortaya atılmıştır. Bazı ilahiyatçılar da bu İslam düşmanlarının etkisi altında kalmışlardır.

Eshâb-ı Kiram arasında vuku bulan Cemel ve Sıffîn karşılaşmaları, İslam âlimlerinin beyanına göre ictihad ayrılığından meydana gelmiştir. Her iki tarafta da cennetle müjdelenen sahâbîler vardı. Onun için biz Müslümanlara düşen, onları yargılamak değil, daima hürmet, muhabbet ve iyiliklerle yâd etmektir.

Eshâb-ı kiram’a söven, onlardan birine lânet okuyan ve Hazret-i Ebu Bekri, Ömer’i, Osman’ı, Aişe’yi ve Muâviye’yi -radıyallahü anhüm- sevmeyen (Şia gibi) bir kişi, Ehl-i Sünnet’ten ayrılmıştır. Hayrettin Karaman da, “Ben Muaviye’yi sevmiyorum” diye açıklama yapmıştır.

“MEZHEP” KABUL ETMEMEK

İddia: Hazret-i Peygamber devrinde mezhepler yoktu. Mezhepler sonradan ortaya çıkmıştır. Her Müslüman, dinî bir zorlukla karşılaşınca müftüye veya bir din adamına sorarak problemini giderir. Bir mezhebe ya da bir Müctehide bağlanmak şart değildir. Hele ilim sahibi olanların bir mezhebe bağlı kalmaları akıl kârı değildir. Kaviller arasında tercihini yapar ve ona göre hareket eder.

Cevap: Hazret-i Peygamber devrinde, her Müslüman peygamber aleyhisselam’a tâbi olarak ibadet ve tâatte bulunuyordu. Tek merci, Resûlüllah idi. Resûlüllah’a ulaşamayanlar, en yakın sahâbîye danışarak müşkilini hâllediyordu. Dört halife devrinde de durum aynı idi. Bütün Müslümanlar, halifenin talimat ve beyanları doğrultusunda hareket ediyorlardı. Eshâb-ı Kiram arasında zamanlarını tamamen ilim tahsiline adayanlar vardı. Onlar, ömürlerini Kur’an-ı Kerim’in ve hadis külliyatının doğru anlaşılmasına vermişlerdi. Hepsi içtihada ehil mübarek zatlardı. İbn Abbas hazretleri, Hazret-i Peygamber’in -ilim konusunda- duasına mazhar olmuştur.

Bu durumda, bu ortamda bir mezhebe ihtiyaç olur mu? Onlar, ilim ve marifeti, vahyin tecelli ettiği o Muhabbet kaynağından almışlardı. Onların kendi aralarındaki farklı açıklamaları, yüce Allah’ın onlara bahşettiği sonsuz nimetlerinin bir tecellisidir.

Dört mezhebin ortaya çıkışı, İslam dinini yabancı tesir ve müdahalelerden korumak ve Eshab-ı Kiram’ın naklettiği temiz, saf ve duru şekliyle onu gelecek nesillere ulaştırma maksadına dayanmaktadır. Hedef ve gaye, budur!

Kendilerini Misyoner Oryantalistlerin ve şeytanlaşan nefislerinin telkinlerine aldanan bütün Modernist ilahiyatçılar, dört mezhebe ve mezhepli olmaya karşıdırlar.

“MÜCTEHİDLER”E KARŞI ORYANTALİSTLERİ TERCİH ETMEK

İddia: Devir değişmiştir. Göçebe hayatına göre tanzim edilen bir İslam, bizim uyacağımız bir din olamaz. İslam’ı çağdaşlaştırmamız gerekiyor. Geleneksel İslam’ı terk edip, Modern çağa göre düzenleyen Oryantalistleri kaynak ve örnek almalıyız. Geleneksel İslam, artık miadını/kullanım süresini doldurmuştur. Bu konuda bütün İlahiyatçılara görev düşmektedir.

Cevap: İslam dini, belli bir topluluk ve devir için gelmemiştir. Onun ibadet, muamele, evlilik, miras, cihad konularında ve diğer alanlarda verdiği her bilgi ve ortaya koyduğu her hüküm doğrudur ve Kıyamet’e kadar bâkîdir, geçerlidir. Bir Müslüman’ın İslam’a inanması ve Mü’min olması da İslam’ın bu yapı ve esaslarını kabul etmesine bağlıdır. Bu konuda bir “istisna” olamaz. “Niçin” ve “acaba”, kavramlarıyla İslam, sorgulanamaz. İslam, “akıl”dan neş’et eden bir din değildir ki, o akıl ve mantıkla değerlendirilsin. O, her şeyi devirler itibariyle hakkıyla bilen yüce Allah’ın bildirdiği bir din ve nizamdır. Bu hüviyetiyle ona inanan Mü’min olur, inanmayan İslam’ın dışında kalır. İslam, dünya ve Ahiret umdeleriyle/esaslarıyla birlikte diğer din ve inanışlardan farklıdır ve tahrife uğramamış son ilâhî dindir.

Oryantalistler, İslam’a ve Resûlüllah’a inanmazlar. Yaptıkları çalışmalar, ilmî değil, ideolojiktir. İslam’ı geçersiz kılmak için kendi mantıklarına göre çelişki ve hata ararlar. Daha çok bid’at ve dalâlet fırkaları üzerinde çalışırlar ve onların fâsit mantıklarını ileri sürerler. İslâm’ı, temelinde dine inançsızlık olan sekürelizm/lâisizm ile karşılaştırarak, İslam’ın bedevî ve çöl dini olduğunu iddia ederler.

Medeniyeti giyim kuşama bağlayanlar, 15. Asır öncesinde kölesiyle birlikte yemek yiyen Müslümanları hatırlasınlar! Şu anda bile bazı resmî kurumlarda amirler ile memurlar, ayrı yerlerde yemek yiyorlar. İnsan haklarını ileri sürenler, savaş olmadan milyonlarca insanı “ne uğruna?” katlettiklerini bir düşünsünler? Haklarını iade etmek için mi, yoksa kendi menfaatleri için mi?

Oryantalistlerin tuzağa düşürdükleri ilâhiyatçılar, “Geleneksel İslam/Müctehidlerin Açıkladıkları İslam”dan nefret ederler. Onlar için dinde rehber, müctehidler değil, “Peygambersiz ve ahkâmsız İslam”ı ileri süren ve çoğu misyoner olan Oryantalistlerdir.

Hayrettin Karaman, ömrü hayatında -nakil dışında- bir kere İmam-ı A’zam dememiştir. “Yüzyıllardır İmam-ı A’zam’ın gölgesine girmişiz. Miskin miskin uyuyoruz. Artık bu çemberi kırmalıyız (H. Karaman).”

Ali Bardakoğlu, “Din içi çoğulculuktan da korkmamak gerekir” derken, acaba “sadece İslam değil, diğer dinler de haktır” anlamına gelen “Dinî Çoğulculuk”u mu kastetti? İlahiyatçı Mahmut Aydın’ın bu konuda bir kitabı vardır.

Dinî Çoğulculuk söylemini ilk sistemleştirenlerin başında Oryantalist John Hick ve Wilfred Cantwell Smith gelmektedir.

“ŞEFÂAT”İ İNKÂR ETMEK

İddia: Şefâat bir torpildir. Şefâat, müşriklerin inancıdır. “Şefâat ya Resûlallah” demek şirktir. “Allah’tan kaçacaksınız, Peygambere sığınacaksınız, Peygamber de sizi kurtaracak.” Bu fikir, saçmadır!

Cevap: Ehl-i Sünnet Müslümanlarının itikâdına göre, şefâat, haktır, yüce Allah’ın izniyle şefâat gerçekleşecektir. Bunun delilleri âyet ve hadislerle açıklanmaktadır:

O'nun (Allah'ın) izni olmadan Allah katında kim şefâat edebilir? (Bakara, 255)

O gün (Kıyamet’te), Rahman (olan Allah)’ın kendisine (şefâat konusunda) izin verdiği ve (lâ ilâhe illâllah) sözünden razı olduğu (Müslüman) kimseler, şefâat ederler (Tâhâ, 109).

(Kıyâmet günü) Resûlüllah halk arasında hüküm ve kaza olunması için şefaat eder, bunun için ilerler, nihayet hacet kapısının halkasını tutar. Allahü teâlâ, Resûlüne Makâm-ı Mahmûd'u (şefâat yetkisini vererek) ihsanda bulunur. (Bu lütuf ve ihsandan dolayı) mahşer halkının hepsi, Allah’a hamd eder “Buhârî, Zekât 53".)

Kıyamet günü üç (zümre) şefaat eder: Peygamberlerâlimler ve şehîdler (İbn Mâce, Zühd 37.) 

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Allah katında yüksek dereceler elde eden salih kullar, İslam Şeriati’ne göre şefâat etmeye yetkili kılınacaktır. Bunlar, peygamberler, melekler, sahâbîler, âlimler, velîler, sıddîklar, sâlihler, şehidler ve müttaki mü’minlerdir. Bunların şefâat yetkisi, Allah katındaki mertebelerine göre farklıdır. Derecesi en yüksek olan Resûl-i Ekrem en büyük şefâat yetkisine sahip olacaktır. Zira mahşer gününde hesabın başlaması için bütün insanlara şefâat edecek, ardından ümmetinden birçok kişinin hesaba çekilmeden cennete girmesi, ayrıca günahları sebebiyle cehenneme girmesi gereken Mü’minlerle iyilik ve kötülükleri eşit olan Mü’minlerin doğrudan cennete alınması için şefâatte bulunacaktır (Buhârî, Tevḥîd 24; Müslim, Îmân 302; Akâid Nesefî ve Şerhi; DİA, Şefâat mad.).  Kur’an-ı Kerim, şefâat edecektir.

Vahhâbîler/Selefîler, FETÖ yöneticileri ve Materyalist ilahiyatçılar, şefâate inanmazlar. Şi’a/Şiîler, şefâate inanırlar. Ancak onların özellikle Sahâbe-i kiram ile ilgili sapkın inanışları vardır.

Vehhâbîler, Kur’an’da Kıyamet günü “kâfirler bir yardımcı ve şefâatçı bulamayacaklardır” (Rûm, 13-29; Ahzâb, 17-65) meâlindeki âyetleri, Mü’minlere de hamlederek, şefâati reddederler.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.