Eğitimde problemler nasıl çözüme kavuşur?

A -
A +

Doç. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Yeni eğitim öğretim yılına hazırlanırken bir yığın problem eğitim camiasının önünde sıradağlar gibi beklemektedir. Bu konuda samimi adımlar atılmaya çalışıldığı da herkesin malumu... Yeni Millî Eğitim Bakanı’ndan ise beklentiler üst seviyelerde… Tabii, beklenti fazla olunca da yaşanması muhtemel problemler sonrası eleştiri oklarını şimdiden bileyenler mevzi kurmaya devam etmekteler. Bu sebeple Sayın Bakan’a bir eğitimci olarak uzun yıllardan beri aldığımız notları gösterme zamanı geldiği kanaatindeyiz. Sadece bizim fikrimizle bezenmiş olmayan, yıllardır velisinden öğrencisine, öğretmeninden akademisyenine kadar bütün paydaşların sesini yansıtan mektubumuzu sayın bakana arz ediyoruz.
Sayın Bakan, eğitimimiz adına şu an en büyük tehlike pozitivizm ve materyalizmdir. “Yok artık! Pozitivizm mi kaldı?” denilirse, yaklaşık 100 yıldır yürürlükte olan programın felsefesine göz atmak kâfi gelecektir. Yapılandırmacılık olarak hayatımıza giren anlayış; kendi doğrularından başka doğru tanımayan, tecrübe ve liyakati yok sayan, gözünün gördüğü elinin tuttuğu şeylerden başka her şeyi reddeden ben merkezli bir neslin yetişmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Dolayısıyla bu şartlarda “gönüllere dokunmak” demek olan eğitimde istenilen başarıyı yakalamak mümkün değildir.
Eğitimde bu toprakların gerçekleri doğrultusunda bir yaklaşım sergilenmesi gerekir. Belki de eğitim adına en büyük ayıplarımızdan biri, kökü de bedeni de bu topraklara ait bir “millî eğitim modeli” oluşturamamış olmamızdır. Öğretimde başarılı olmuş dünya modellerini almakta mahzur olmayabilir fakat eğitimde kopyala yapıştır metotları kesinlikle tutmamıştır ve tutmayacaktır. Çünkü kabul edilsin veya edilmesin, bu toprakların insanlarının kültürel çeşitliliği ve hayat tarzı diğer milletlerden çok farklıdır. “Eğitim gönüllere dokunmaktır” diyen büyük ilim insanlarımızın varlığını kabul etmek ve onların yüzyıllar öncesinden bugüne ışık tutan fikirlerini dikkate almak zorundayız. İmam-ı Gazali, Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmud, Nizamülmülk, Hacı Bayram Veli, Kınalızade Ali Efendi, Molla Gürani, Akşemseddin, Kâtip Çelebi, Naima, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Seyyid Fehim Arvasi, Seyid Abdülhakim Arvasi, Seyyid Ahmet Arvasi gibi binlerce âlimin adını okullara verebilirsiniz. Fakat bu ilim insanlarının Batı’dan yüzyıllar önce pedagoji sahasında çok mühim tespitlerde bulunduklarını da ısrarla vurgulamak zorundayız ki maalesef şu ana kadar bunu bir türlü kabullenmek istemedik.
Tabanın sesi ve problemleri, sadece bürokratlar ve sendikalardan değil gerçek kaynağından dinlenilirse daha kısa zamanda mesafe alınacaktır. Bunu aynı zamanda geçmişte yıllarca öğretmenlik yapmış biri olarak ifade ediyorum.
Sayın Bakan, öğrenme stilleri ve bireysel farklılıklar konusundaki çalışmalarınızı yıllardan beri takip etmekteyiz. Maalesef şu an Türkiye’de ezbere eğitim-öğretim yapıyoruz. Yani eğitimde strateji ve yöntem noktasında bu zamana kadar plansız ve programsız hareket ettik. Şöyle ki bir çiftçi bile hangi toprağa hangi tohumun ne zaman, hangi mevsimde ve hangi durumlarda atılacağını bilir. Pamuk yetiştirilebilecek toprakta çay tarımı yapmaya kalkışmaz. Çünkü toprağı ve tohumu bilir. Fakat biz öğretmenler çocuğu tanımadan ona faydalı olmaya kalkışıyoruz. Çocuğun ihtiyaçları, yeterlilikleri, sınırlılıkları ve becerilerini bilmeden herkese aynı yaklaşımı sergiliyoruz. Fakat her çocuk farklı öğrenir ve bu durum parmak izi gibi farklılık arz eder. Hatta sizin bir ifadeniz de bunu doğrulamaktadır. Öyle ki; eğitim-öğretimde öğretmenin payının %30, teknolojinin %3, bireysel farklılıklar ve öğrenme stillerini göz önünde bulundurmanın  %50, diğer faktörlerin ise % 15 olduğunuifade ediyorsunuz. Dolayısıyla şuan öğretmenlerimiz sınıfa girdiğinde karşısında nasıl bir potansiyelle karşı karşıya olduğunu bilemiyor maalesef. Oysa rehberlik araştırma merkezlerimiz var. Her bölge ve konuma göre geçerliliği ve güvenilirliği test edilmiş ölçekler uygulanabilir. Bir öğretmen, öğrencilerin öğrenme stillerinin ve öğrenmede şahsi farklılıklarının olduğunu bilse hazmetme kapasitesi genişleyecek ve daha verimli safhalarda daha az yorulacaktır. Böylelikle öğrencileriyle tesirli/nitelikli safhalar yaşayacaktır.
Dil meselesi hakkında daha önceki yazılarımızda durumun vahametini izah etmeye çalıştık. Bu konuda çok geri dönüş aldık. Fakat altını özellikle tekrar çiziyoruz ki tarihini/kültürünü tercümelerden ve ideolojisinin esiri olmuş tarihçilerden öğrenmeye kalkışmak yerine arşiv belgelerini ve ecdadının bıraktığı yazılı kültürel mirası kendisi okuyabilen bir neslin hayalini kurmaya devam ediyoruz.

EKSİKSİZ BİR DEĞERLER EĞİTİMİ…
Değerler eğitiminin de okullarda tam ve eksizsiz verildiğine kesinlikle inanmıyoruz. “Hem bilime hem değerlerine vâkıf nesiller” idealinizi biliyoruz fakat okullarda sadece ‘’evrensel” diye tarif edilen değerler anlatılıyor? Öz kültürümüze ait değerler ise değerli olan eğitimcilerin inisiyatifi ile veriliyor. Oturmuş ve planlı bir değerler eğitimi anlayışımız yok. Yerlere tükürmemek, suyu boşa akıtmamak, büyüklere saygı küçüklere sevgi göstermek, insanları karşılıksız sevmek gerektiğini öğretemeyen bir eğitim sistemi, değerler eğitimini tam veriyor diyebilir miyiz? Ayrıca özel okullar değerler eğitimi noktasında ne kadar denetleniyor? Bu toprakların mayası olan İslam-Türk kültürü ne kadar nitelikli veriliyor. Çünkü buralardan mezun olan çocuklarla aynı toplumda beraber yaşıyoruz.
Okul müdürlerinin; “temizlik çalışanlarının sigortasını nasıl yatırabilirim, okulun boya ve badana işlerini hangi hayır sahibinin ayağına kadar gidip de rica minnet yaptırabilirim?” külfetinden kurtarılması gerekir. Çare ise bellidir. Bütün okullar fiziki yönüyle belediyelere bırakılmalıdır. Okuluna bakmayan, bu konuda yeterli gayreti göstermeyen belediyeleri ise halkın reyine bırakmak en isabetli yaklaşım olacaktır. Gönüllü destekçi belediyeler olabilir fakat vatandaş için park, köprü, yol, sosyal tesis yapan belediyeler okullarına resmî olarak niçin sahip çıkmasın? Ayrıca okulların eğitim ve işletme müdürleri tarafından yönetilmesi de belediyelerle sağlanacak koordinasyon noktasında önemli bir adım olabilir. Sadece eğitim işine kafa yoran bir idareci ise daha başarılı nesillerin yetişmesine katkı sağlayacaktır. Ayrıca medyada sürekli okulunu boya, badana ve sıva yapan müdür ve öğretmen görselleri eğitime olan güveni zedelemektedir. Bütçeden çok ciddi kaynak alan eğitimde konuyu olduğundan fazla ajite eden kimseler daha fazla, gösteremeyenler daha az kahraman algısı da sağlıklı bir yaklaşım değildir. Gerçek kahramanlar; işini ve sorumluluğunu kendisinden istenildiği gibi nitelikli biçimde yapan kimselerdir. Bu insanları da bu duruma düşürmemek gerekir. Bütün meslektaşlarımız fotoğraf çekip sosyal medyaya servis etmeseler de gerçekten böyle durumların yaşandığı hakikatini de kabul ediyoruz. Fakat bu durumlardan ancak okulların belediyelere devri ile kurtulabiliriz. Bu mevzu, bazı bölgelerdeki güvenlik endişeleriyle ötelenmeyecek kadar ehemmiyetli bir konudur. Devletimiz bu konuda gerekli tedbirleri alacak kadar güçlüdür.
Özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde servis meselesi hakkında çokça şikâyet duymaktayız. 8’de derse başlayan çocukların saat 6 gibi evlerinden alındığı görülmektedir. Saat 6’da servise binen bir çocuk en az 05.30 gibi uyanır. Yani okuldan 2,5 saat önce… Hatta ders başlamadan 1-1,5 saat önce çocuğu okula bırakıp daha sonra başka yerlere servis çekmek için koşturanların olduğunu da duymaktayız. Lütfen tedbir alınmasını sağlayınız. Bu şartlarda ruh ve psikolojik sağlığı yerinde sıhhatli nesiller yetiştirmek imkânsızdır.

SURİYELİ ÖĞRENCİLER MESELESİ
Suriyeli çocuklar meselesi eğitim sistemimiz adına problem olmaya devam etmektedir. Sadece okulda olsunlar diyerek diğer çocuklarla bir sınıfa yerleştirilen dili ve kültürü farklı bu mazlum çocukları suçlu ilan etmeye hazır bekleyen içimizdeki entel hümanistlere (!) koz verecek nitelikten uzak yaklaşımları belli bir anlayışa ve plana oturtmak zorundayız.
Hizmet içi eğitimleri ise liyakatli ve ehliyetli kimselere verdirmek lazım geliyor. Öğretmenler şu an kendileri için faydalı bile olsa verilen konferans ve toplantılara gitmek istemiyorlar. Çünkü sadece “dostlar mecliste görsün” minvalindeki bazı toplantılar bu tür samimi çalışmalar hakkında ön yargılar oluşmasına zemin hazırlıyor. Ayrıca öğretmene değerli olduklarını hissettirecek adımlar atılmalı. Mesela; saatlerce dinleyici pozisyonundaki bir öğretmen, ara verildiğinde okul dışında su ve çay aramak zorunda kalıyorsa istediğiniz kadar iyi niyet gösterilerinde bulunun, nafile! Bu konuda il/ilçe müdürlüklerinin daha hassas davranmaları sağlanmalıdır. Gerçi bu konuda geçmişe göre daha iyi durumda olduğumuzu da söyleyebiliriz…
Yukarıda bahsettiklerimiz dışında daha onlarca mesele vardır. Bir eğitimci olmaktan öte bir vatandaş hatta bir öğrenci velisi olabiliriz. Fakat burada kaleme alınan mevzular eğitim paydaşlarının yıllardır dile getirdiği konulardır ki bu meseleler şu an büyük sıkıntılara gebedir…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.