Devletler neden yıkılır?

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA   Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi.     Devletlerin kuruluşları, gelişmeleri ve tarihin sayfalarına gömülüp gitmeleri sosyolojik ve zamanla ilgili bir hakikattir. İleriki yazılarımızda genişçe tahlil edeceğimiz Osmanlı Devleti, hızla büyüyüp kıtalararası bir güce ulaşmakla birlikte, büyük devlet statüsüne ancak Fatih’ten sonra kavuşabilmiştir. Aşiretten devlete geçiş yalnız fütuhatla olmamıştır. Batı’ya açılışı sağlayan Sırpsındığı, 1. Kosova, Niğbolu, Varna ve 2. Kosova savaşlarıdır. Bu savaşlar aslında Avrupa’da tanınmamızı ve orada var olmamızı başlatmıştır. İstanbul’un alınması da bir fetih meselesidir. Fetihlerle büyük devlet olunmaz. Devlet olmak için çok başka sebepler gerekir. Sadece fetihlerle büyük devlet olunsaydı, büyük toprak parçalarını fetheden barbar kavimlerin en az biri ikisi büyük ve kalıcı olmalıydı. Ama böyle olmadı. Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi. O sistemden inhiraf etmeye başlayınca, önce duraklama sonra çöküş başladı. Türklerde, Hunlarla başlayıp Göktürklerle devam eden süreç, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve çöküşü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan faktörler olarak düşünülmelidir. Her devletin doğuş öncesi, doğuşu, yaşama süreci ile çöküşü, insan hayatına çok benzer. Anatomik, psikolojik, sosyolojik ve sonrasında iktisadî unsurlar, insanı çevreleyen faktörler gibi devleti de mutlak surette etkiler. Devletlerin güçlü veya zayıf olmaları da etrafındaki devletlerle doğrudan ilişkilidir. Bulunulan coğrafyada kendine yer edinmek isteyen devletler, temellerini sağlam zeminlere oturtmalı ve rekabet gücünü artırmalıdır. Güce boyun eğmek tabiatın gereğidir ama o güce tabi oluncaya kadar direnmek de tabiatın gereğidir. Hiçbir güç hemen ortaya çıkıp hükümranlığını ilan edemez. Gücün onaylanması için rakip devletlerin zayıf değil güçlü olmaları gerekir. Güç, güçle kendisini ispatlar. Eğer Moğollar olmasaydı Osmanlı da olmazdı. Fizik güç belli bir döneme kadar rekabeti kendi lehine çevirir. Dengeler eşitlenince artık başka unsurlar devreye girer. Devlet teşkilatı, bilimin gücü, altyapı ve şehirleşme, çevreyle temas ve ittifaklar kurma, dengeyi bu şartları sağlayan devletin lehine çevirir.  Dengeyi lehine çeviren devlet için esas zor dönem başlar. İbre gücü göstermeye başlayınca o ibreyi sabit tutmak, duraklamaktır; o ibre hep aynı kalmaz. Şimdi tarihte belli bir dönem büyük devlet statüsü kazanıp sonra sisteminden inhiraf edip yıkılan bazı devletlere bir göz atalım:   BİZANS’I, HALKA ZULÜM BİTİRDİ   Bizans devlet adamları, Osmanlıdan kurtulmak için Avrupa’daki Hristiyanlardan yardım istediler. Papa, bu yardıma karşılık kiliselerin birleşmesini istedi. Bizanslılar 1439 Floransa Konsili’nde bu teklifi kabul etti. Fakat halkın tamamına yakını ve bazı din adamları Ortodokslukla Katolikliğin tamamen ayrı olduğunu ve bu birleşmenin uğursuzluk getireceğini kabul ediyorlardı. Halkın büyük bir kısmı Latin yardımı almaktansa Osmanlını âdil yönetimini tercih ediyordu. Bu arada Grandük Notaras “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyerek Bizans halkının duygularına tercüman oluyordu.  En kuvvetli savunma şartları ve Grejuva denilen Rum ateşi ile tahkim edilmiş ve aşılmaz denen surlarla fantastik bir güven rüyasıyla uyuyan Bizans da, halka yapılan zulmün yıkıntıları arasında tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitmiştir.   MEKKE’YE İSLAM GÜNEŞİ DOĞDU   İslamiyet’ten evvel bir şehir devleti olan ve ilkel kanunların kanunsuzluğundaki Mekke, Kâbe-i muazzama sayesinde bölgenin ticaret merkeziydi. Aristokrat putperestler, halkı köle gibi çalıştırıp sefih bir hayat yaşıyorlardı. Zenginlerin zenginliği, fakirlerin acz ve ahmaklığı ekonomik gücü eksiltmeye başlamıştı. Mekke döneminde, o zamana kadar kutsiyetlerinden hiç şüphe edilmeyen putlara mesafeli bir yaklaşım başladı. Devlet görünümündeki şehir, iktisadî ve askerî yönden nispeten güçlü ama adalet yönüyle çok kötüydü. Güce ve baskıya dayalı bir devletin, hukuksuz da olsa yıkılması çok zordur. Zulmü çok büyük bir güç engelleyebilir. Bazen bu güç Hakk’ın görünen yüzü olabilir. Zulmü çökerten güç Hakk’ın göstergesi olmazsa, daha büyük bir zulüm, eski gücü bile aratabilir. Mekke zenginliğinin farkına varamayan bir şehir devleti gibiydi.  Bu ekonomik gücün üç ayağı, ticaret, hayvancılık ve geniş bahçe meyveciliği idi. Mekke’nin akıl dışı uygulamaları hayvancılığa büyük darbe vuruyordu. Ticaretin ağırlığı da dinî kaynaklı Mekke merkezli ve putperestliğin hem din hem de ticaret yolun açan put alım ve satımı idi. Bunun yanında kumaş ve benzeri ayniyat da ticaretin önemli bir koluydu. Medine’de İslam devletinin doğuşu, Mekke’de önce karanlığa sonra da Medine uzantılı aydınlığa sebep olmuş, sefil aristokrat ilkel devlet yerine Hazret-i Risâlet-penâh önderliğinde modern ve âdil bir devlet kurulmuştur.   EMEVÎLERİN MÜSPET İCRAATLARI DA VAR   Bir İslam devleti olan Emevîler, dört halifenin geleneğini sürdürmemenin bedelini ödemiştir. Aslında bu dönemde yapılmış çok müspet icraatlar vardır. Bu devirde İstanbul kuşatılmış, 673’teki bu olaydan sonra Bizans, Emevîlere yüklü bir vergi ödemek zorunda kalmıştır. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yaşadığı bu devir aynı zamanda Tabiîn-i kirâm hazerâtının da yaşadığı dönemdir.  Müfessir, muhaddis ve fakihlerin en ünlüleri de bu döneme aittir.  Ebu Hanife’yle birlikte bu devirde Hasen-i Basrî, Saîd bin Cübeyr,  Saîd bin Müseyyeb, Atâ, Mâlik bin  Enes, İbni Cüreyc, İbni Şübrüme, Haccâc bin Ertâd, Evzâî, Şu’be bin  Haccâc, Süfyâne’s Sevrî,  Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı Şâfiî “rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn” gibi büyük âlimler yetişmiştir. Bu devrin bir diğer önemli olayı, büyük Halife Ömer ibni Abdülazîz’in isteğiyle ilk hadis tedvinini İbni Şihâbe’z-Zührî başlatmıştır. Fıkıh ilminde yeni ekoller de bu dönemde meydana gelmiştir. Ne yazık ki bu dönemde bütün İslam dünyasını hüzne, acıya boğan Kerbelâ olayı da yaşanmıştır. Kur’ân-ı kerîm’in hükmüyle bir ırka veya kavme dayalı imtiyaz yasaklanmışken Emevîlerin, Arap olmayanları aşağılamaları ve bu soydan gelmeyenleri devlet kademelerine getirmemeleri anlaşılır gibi değildir. O devirde mevaliden sürekli haraç alınması, Ebâ Müslim ve yanındakileri ayaklandırdı. 747’de harekete geçen Ebâ Müslim 749’da Kûfe’yi ele geçirdi. Ebu’l- Abbâs halife oldu. Mervan bin Muhammed Zap Suyu kenarındaki savaşı kaybetti ve öldürüldü. Bu olay aslî Emevîlerin sonu oldu.             ABBÂSÎLERİN BELASI: HÜLAGÜ   Ebâ Müslim Horasânî 750’de kurulan Abbâsî Devleti’nin ilk akla gelen ismi olmakla beraber bu devletin esas kurucusu Ebu’l-Abbâs Abdullâh’tır. Ebu’l Abbâs’ın lakabı olan “Seffâh” kan dökücü anlamında olup Hazret-i Hüseyin’in kanını dökenlerin devletini yine kan dökerek yıkmıştır. Seffâh, bütün Emevî  hânedanını katletti. Bu katliamdan tek kurtulan Abdurrahmân, İspanya’ya kaçarak orada Endülüs Emevî Devleti’ni kurdu. Abbâsîler döneminde de siyasete âlet olmadığı için İmâm-ı A’zam, büyük işkencelere maruz kalmıştır. Halife Mansûr’un kadılık teklifini ısrarla reddettiği için kendisi yine zindana atılmış, Bağdat sokaklarında kırbaçlattırılmıştır. Kadılığı kabul etmeyip müteahhitiği benimsemesi de onu kurtaramamıştır. Halife Mansur onu yine zindana attı ve bu mübarek zat zindanda zehirlenerek şehâdet şerbetini içti. Bu dönemin büyük felaketi Hülagü Han’dır. Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Devleti’nin kurucusu Hülagü belki hayatının en hayırlı amelini Alamut Kalesi’ni içindekileriyle beraber yok ederek işlemiştir. Hasan Sabbâh’ın bu muhkem kalesine yer altından tüneller döşenmiş ve bu tünellere barut ve petrol döşenerek kale, içindekileriyle beraber yok edilmiştir. Ancak 1258’de Bağdat’a giren Hülagü yüz binlerce insanı öldürüp halifeyi de Moğol-bozkır geleneğine göre keçelere sarıp at nalları altında ezdirerek katletmiştir. (Bozkır töresinde asillerin kanı arza akıtılamaz. Bu gelenek Osmanlı’da da yaşatılmıştır. Hanedan üyeleri yay kirişi ile öldürülmüştür.) Hülagü Bağdat’a girince halk korkusundan camilere sığınmıştır. Rivayete göre bir camiye atıyla dalan Hülagü, halka şöyle seslenmiştir: Ey Bağdat halkı! Siz ne zalim ve günahkâr bir kavimmişsiniz ki, kader benim gibi bir belayı size musallat etti. Bağdat’ın istilasında binlerce kütüphane ve diğer yapılar yerle bir edilirken sayısız kıymetli eser de yakılıp kül edilmiştir. Emevilerden ve Abbâsîlerden zulüm gören İmâm-ı A’zam hazretleri eğer Osmanlı döneminde yaşamış olsaydı, şüphesiz en büyük saygıyı görürdü. Emevilerin ve Abbâsîlerin yıkılış sebeplerinin başında, her iki devletin de bu büyük İslam âlimine yaptıkları zulmün etkisi çok büyüktür. Bu hareketler, Allâhü teâlânın gazabına ve Resûlullâh Efendimiz’in hüzn-i derûnuna sebep olmuştur.   MOĞOLLAR   Tarihin kaydettiği en acımasız devletlerden birisi de MoğollardırGeçtiği yerleri yakıp yıkan, Cengiz Yasaları ile ülkelere adalet getirdiğine inanan putperest Cengiz, yayılmacı politikasının, coğrafyasındaki insanlara yaptığı zulümlerle tarihin kara sayfalarının mimarı olmuştur. Moğollar her imparatorluk gibi etnik olarak saf değildi. Bu toplulukta Türk unsurları olan ve Türkçe konuşan boylar da vardı.            13. yy.da Marko Polo Cengiz İmparatorluğunu gezmiş “Tatar” kelimesini Türkler ve Moğollar için kullanmıştır. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan 1941’de yayınladığı “Moğollar, Cengiz ve Türklük” eserinde ve 1946’da yayınladığı “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde, 1221’de Cengiz Kaan’ı ziyaret eden Çao-Hung adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgilere dayalı olarak Moğolları Türk kabul eder. Ziya Gökalp da çok şeyde yanıldığı gibi, bu konuda da yanılıp Moğolları Türk kabul eder. ”Turan” adlı şiirinde Atilla ile Cengiz’i aynı paralelde değerlendirir: “Sahifelerde değil çünkü Atilla Cengiz-Zaferlerle ırkımı tetvîç eden bu nâsiyeler/O tozlu çerçevelerde o iftirâ âmiz-Muhit içinde görünmekte tozlu şermende/Fakat şerefle nümâyân Sezar'la İskender.'' (Sezar ve İskender şerefle görünürlerken zaferlerle ırkımı taçlandıran Atilla ile Cengiz tozlu çerçevelerde iftiraya bulaşmışlardır.) Tarihçilerin kahir ekseriyeti Moğolları Türk kabul etmezler... Moğol İmparatorluğu da, Cengiz’in sağlığında çocukları ve torunları arasında paylaşılmış, büyük Türk-Moğol Hakanı Timur Han hariç, diğerleri zulüm ile âbâd olamayıp yok olup gitmişlerdir. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.