Osmanlıyla birlikte neler gitti? Çöküşe doğru...

A -
A +

PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi

Devletlerle insan bünyeleri arasında tuhaf bir benzerlik vardır.
İnsan, zamanla genelde gürbüz ve sağlıklı bir bünyeye sahip olur; bunun hep böyle gideceğini zanneder. Bünyenin tabiatı hilafına her hareket onu tahrip etmeye başlar.
Bünye harabiyet yaşarken en değerli destek acil kan takviyesidir. Ama her kan her bünyede kullanılamaz.
Organlar da bünyeler için özeldir. Her organ her bünyeye aktarılamaz…
Devletler de bir organizma gibidir; başlı başına sistemdir. Gelişiminde bu organizmanın tabii şartlarına uyulduğunda hiçbir problem yaşanmaz. Devletler büyüdükçe bu gelişmeyle doğru orantılı olarak problemleri artar. Her problem ya iç bünye verileriyle veya bünyeye en uygun olanıyla çözümlenmelidir.
Devletlerin altyapısı çok sağlam olmalıdır. Unutulmasın! Piramitlerin tabanı çok sağlam ve geniş bir alana oturduğu için, tepedeki tahribat bünyeyi pek etkilemez.
Türk devletleri geçirmiş olduğu test kuruluşlarıyla nihaî devlet yapısına ulaşmış ve tarihin en muazzam devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti’ni kurmuştur.
Devletler hem nüfus hem de ekonomik gücün inkişafı için, yeni topraklara yeni fetihlere ihtiyaç duyar. Fetihle her alınan yeni topraklar ve yeni  nüfus, bünyeye dıştan eklenen bir organ gibidir. O bir transplantasyondur. Uyum zaman alır. Bünye onu ya kabul eder veya reddeder.
Tarih boyunca kurulan Türk devletleri iç ve dış etkenlerin tahribatıyla yıkılırken akabinde yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Aslında bütün toplumlar bir güç etrafında birleşmeye uygundur. Bu toplu yaşamanın gereğidir. Devlet şemsiyesi vatandaşın teminatıdır.

DEVLET GELENEĞİ
Büyük devletlerin kuruluşundan sonraki hedefe uzanması, yüz yıllar almıştır. Hunlardan, Göktürklerden, Uygurlardan, iki Selçukludan Osmanlıya geçiş Türklerde sağlam bir devlet geleneğini de beraberinde getirmiştir. Türklerde devlet sistemi, yapı ve felsefe yönüyle o kadar tutarlı olmuştur ki, 750’de kurulan Abbasi Devleti’nde 833 tarihinden itibaren Türklerin gücü hissedilmeye başlamıştır. Moğollarda da askerî gücün büyük bir kısmı Türklerden oluşmakta ise de Altınordu Devleti’ne kadar yönetimde Türk hâkimiyeti sağlanamamıştır.
Göktürk ve Uygur devletleri Şehzadebaşı Camii, Selçuklu Devletleri Süleymaniye Camii, Osmanlı Devleti ise Selimiye Camii gibidir. Kurulan bu devletler, Türklerin çıraklık, kalfalık ve ustalık eserleri gibidir. Her biri büyük ve şaşaalı bünyelerdir.
Birçok insan -belki İstanbul’da olması bakımından-Süleymaniye Camii’ni, Selimiye Camii’nden üstün tutar. Şurası bir gerçek ki, Şehzadebaşı Camii’nin flu ve esrarengiz iç mekânı, hepsinden üstündür.
Şu hâlde Türklerin kurduğu her devlet bazı bakımlardan üstünlük ve tercih göstergesi taşır. Orta ve Kuzey Asya’dan başlayıp Horasan’a kadar inen Türk boyları olmasaydı ne Selçuklu ne de Osmanlı olurdu. Hiçbir devlet, “hudâyî nâbit” değildir. Onları hazırlayan güç, toprağın çok derinlerine inmiş olan kökleridir.
Türklerin ustalık eseri Osmanlı Devleti özenle işlenmiş bir pırlanta gibidir. Yüzlerce yıl ustalar bu pırlantaya şekil vermişlerdir. Bu pırlantanın ışıltısı bir anda Avrupa’nın gözlerini kamaştırmış ve bu pırlantaya bütün olarak sahip olmak istemişlerdir. Bunu başaramayınca da onu parçalara ayırarak ele geçirmeye çalışmışlardır. Peki, biz neden bu pırlantayı bütün olarak koruyamadık da, parçalarının çok büyük bir kısmını Batı’ya kaptırdık?
Osmanlı Devleti, Orta Asya’nın bütün izlerini taşıyan Kayı Boyu tarafından kurulduğunda, bütün değerleriyle kendisiydi. Tek fark, Göktürkler ve Uygurlardan alınan askerî ve teşkilat gücüyle, Selçuklulardan alınan yeni ve ateşleyici güç olan İslamiyet’ti. Her ne kadar Türkler İslamiyet’i 10. yy.da kabul ettilerse de devlet teşkilatında uygulanan İslamiyet’i Selçukludan tevarüs ettiler.
Osmanlı, Selçuklunun uyguladığı devlet ve inanç sistemiyle kurulsaydı 100 yıl bile yaşayamazdı. Çünkü deyim yerindeyse Osmanlı âdeta “münfesih” bir devletten sonra kurulmuştur. Adalet sisteminin çöktüğü, Babaî isyanlarını hiç de haksız yere çıkmadığı bir devletin çürük temelleri üzerine, bir devlet bina edilemezdi.
Osmanlı, Orta Asya’nın hür ve engin coğrafyasının genetiğinde olan sınırlandırılamama, haksızlığa isyan, tam bulamadıkları ilme boyun eğme ve aşırı saygı, Dîn-i mübin-i İslam’a ve Ehl-i sünnet itikadına en samimi bir sabâvet duygusuyla bağlanma ve cihadın düğün şenliğiyle yapılmasıyla bir anda hızla büyümeye başladı.

DEVLET VE HEDEF
Osmanlı Devleti Doğu’dan geldiğinin fakat genişleyebilmek için Batı’ya açılması gerektiğinin idraki içindeydi. Ama şuur dosdoğru işliyordu: Ne tam Doğu’dan kopmak, ne de Batılı olmak... Zaten problemler kendisini göstermeye başlayınca misyon da belirlendi. Vizyon perspektifi baş döndürücü bir hızla gelişirken misyonu da onunla atbaşı gitmeseydi, Osmanlı olmazdı.
833’ten beri İslam’ın sancaktarlığını yapan bu millet Abbasi Halifesi Mu’tasımla bu devlet içinde teşkilatlanmaya başladı. Harun Reşid’in oğlu olan Mu’tasım’ın annesi Türk bir cariye olan Merîde idi. Mu’tasım, Bağdad’a 125 km uzaklıktaki Samerra’yı başkent yaptı. Saray teşkilatı ve valiler büyük oranda Türklerden meydana geliyordu. Daha evvel Halife Mansur ve Me’mun da Türkleri orduda geniş çapta kullanmışlardı.
Osmanlı, İslam’a hâdim olmayı şeref sayıp ona musallat olan sözde İslam devletleriyle de savaşıp Doğu’da ve Güney’de İslam birliği için mücadele etmiş, Batı’da da hedefi; adalet, insanlık, hürriyet, sulh ve refah demek olan İslam’ı yani Allahü teâlânın adını yükseltmekti. İşte misyon buydu:  Doğu’da ve Güney’de ittihad-ı İslam (İslam’ın birliği) Batı’da ise i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek). Bunun da şifresi “Kızılelma” idi.
Fethettiği her toprağın insanına teminat ve gölge olup onları bir baba şefkatiyle yöneten Osmanlının yanında, gasbettiği coğrafyada korku ve dehşet salarak insan haklarını yok sayan ve onları köleleştiren bir sistem vardı. Yani Batı… O hâlde hedef açıktı: Zulme karşı i’lâ-yı  kelimetullah…
İslamiyet insana bütün olarak bakıp onu hep değerli görmüştür. Osmanlı ev dükkânların dış cephelerinde çok dikkat çeken bir levha asılırdı: “Yâ hazret-i insan”… Bu ibareyi düşünmek bile Batı’nın idrak sınırları dışındadır.
Her gün Batı’nın yaptığı yeni zulümler ortaya çıkmaktadır. Daha da saklı olan bu ayıp bohçası açıldıkça neler çıkacaktır.

İNSANLIK AYIPLARI
1958’e kadar Brüksel’de bir sergi-bahçe vardı. Adı “Human Zoo” yani “İnsanât Bahçesi”. Hayvanat bahçesi bilinir de bu neyin nesidir! Batılı zalimler 19. yy boyunca Afrika’dan getirdikleri kölelerin bir kısmını tel örgüler arkasında bilet mukabili insanların seyrine açıyordu. Bir uyarı ise daha da yürek burkuyordu: “Kongolulara yemek atmayın, bugün onların yemleri verildi.” Hey Batı! Zalim Batı! İslamiyet vahşi hayvanları bile zulmen kafeste saklamayı yasaklarken sen insanları hayvan gibi sergiledin!..
Fransızlar şehit ettikleri Cezayirlilerin tahnit edilmiş kesik başlarını tarihî eser gibi teşhir ettiler. Ve bütün bunlara ses çıkarmayan insanlık!
Bir şeyler tam rayına oturmuşken, her şey güzel giderken ne oldu da bu işleyiş aksamaya başladı. 17. ve 18. yy.larda Batı özenilecek bir sisteme sahip olmadığı için bu dönemlerde Osmanlıda Batı’ya karşı bir cazibe algısı da yoktu.

ÇARE YİNE SENDE
Rakibi kuvvetlendiren yine rakibidir. Yıllarca hükümran olunan topraklarda bile ırk, dil, din birliği kurmak mümkün değildir. Kaldı ki İslamiyet de bunu emretmiyordu. Değişik dillerde, değişik dinlerde ve değişik ırklarda zamanla gelişen derunî bir kopma duygusu gelişmeye başladı.
Irk faktörü çok önemlidir; organik mensubiyeti celbeder. Ümmet duygusu ise yüksek bir şuur ve feragat gerektirir. Buna rağmen bu tehlikeyi sezen Yüce Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) “Arap’ın Acem’e, Acem’in de Arap’a üstünlüğü yoktur” diyerek ırka dayalı ayrıcalık kavramını baştan yasakladı. Burada Acem, Arap dışındaki bütün kavimler anlamındadır. Ümmet kavramının üstün kavrayıcılığı tam idrak edilemeyince, biraz kışkırtılan Osmanlı tâbiyetinde olan İslam topluluklarında bağımsızlık hevesi ateşlendi. Daha evvel Papalığın ve Kutsal İttifak Devletleri’nin teşvikiyle, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlar, Eflaklar ve Yunanlar bir bir isyan etmeye başladılar. Dili ve dini farklı olan bu toplulukların kopma isteklerine sosyolojik bir yaklaşımla bir mantık açısı bulunabilir. Ya ümmet topluluğuna ne oldu?
İslam coğrafyasında Sancak-ı şerif altında ve Hilafet siyanetinde her imtiyaza eşit sahip olan Müslüman topluluklara ne oldu?  Risâletpenâh Efendimizin mücaviri olduğu için ayrı bir hürmet ve itibara sahip olan Araplara ne oldu? Bunu sadece Osmanlının giderek güç kaybetmesine bağlamak hatadır. Bu, İslam coğrafyasında şans gibi görünen fakat aslında bir bela gibi felaketlerin kaynağı olan petrolün bulunması idi. 19. yy. ile hızla sanayileşmeye başlayan Batı’nın coğrafyasında petrol yoktu. Hatta dar alanları tarıma bile elverişli değildi. Tek çıkar yol sanayi çarkının dönebilmesi için petrol bulmaktı.
Hedef, Osmanlı Devleti bünyesinde olan İslam topluluklarını isyana teşvik etmekti. İç isyanlar devlet bünyesini felç edip onları yeni himaye odakları aramaya sevk eder. Yıllardır Osmanlı himayesinde ferah fahur yaşayan İslam toplulukları, Batı’nın fitnesiyle birer birer isyana başladılar. Batı’nın attığı fitne tohumu, beklenenden de çabuk yeşerdi.
Haremeyn, ona en büyük saygıyı gösteren ve yıllarca kendi rızkından keserek Sürre Alayları tertip eden ve Ehl-i sünnet itikadından taviz vermeyen Türk’ün himayesinde olmalıydı.  Resulullah Efendimiz, demir yolu yapımında malzeme taşıyan atların nallarından çıkan sesleri edebe mugayir bularak, o nallara keçe saran bu aziz milletin edebinin üst derecedeki saygısının gölgesinde uyumalıydı!.. Ama bırakmadılar. Bırakmadılar…
Dört yüz yıldan fazla Osmanlının himayesinde korkusuzca ve emin olarak yaşayan Hristiyan ve Musevî  topluluklar, Kudüs elden çıktığından beri, bir an rahat nefes alabildiler mi?  Filistin davası Batı’nın en şeytanî planlarından biridir. Artık Batı kendi hükmünde zaferini kutlamaya başlamıştır. İnsanî güçlerle bu işleyişe kolay kolay dur denilemez. Ama unuttukları bir şey var: Onlar “zafer” diye bağırıp hileleri ve tuzakları ile övünürlerken, o hileleri ve tuzakları en hayırla bozan Allahü teâlâ buna ne diyecek. “Gevşemeyin, üzülmeyin inanıyorsanız üstün olan sizsiniz” (Al-i İmran 139)  ilahî fermanı mucibince yine Yüce Rabbimizden ümit kesmeyeceğiz.

BÜYÜK TURAN ÜLKÜSÜ
Ey Seyyid Ahmed Arvasî’nin manevî rahle-i tedrisinde yetişen ülkücü kardeşlerim! Yıllarca “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanız” diye hançerelerimizi yırtmadık mı? O hâlde hedef artık “YENİ TURAN ÜLKÜSÜ”dür. O Turan Ülküsü, Haremeynü’ş-şerifeyn’i ve Kudüs-i Şerif’i ihata etmezse eksik değil midir? “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ideal olunca işte o zaman Türk İslam Ülküsü hedefini bulacak ve Seyyid Ahmed Arvasî’nin ruhu şâd olacaktır…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.