ASKER VE DEVLET -I- Devletin gücü nerede saklı?

A -
A +
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra  

Devlet ilmî deliller ve yeterli dayanaklarla ayakta kalır. Bu dayanaklar başta millet, sonra toprak, sonra da onu koruyan ordu ve bu orduyu ayakta tutan finansal güçtür. Hepsinin parantezi ise asrın şartlarına uygun olan ilmî metotlardır.

  Bir devletin gücü tek bir maddenin üstünlüğüne bağlı olamaz. Devlet, çeşitli payandaların müştereken ayakta tuttuğu bir bütündür. Devlet, mücerret; millet müşahhastır. Devlet-millet bütünlüğünden dolayı devlet de müşahhas bir obje durumuna girer. Artık devlet bir kavram değildir. Devlet ilmî deliller ve yeterli dayanaklarla ayakta kalır. Bu dayanaklar başta millet, sonra toprak, sonra da onu koruyan ordu ve bu orduyu ayakta tutan finansal güçtür. Hepsinin parantezi ise asrın şartlarına uygun olan ilmî metotlardır. Modernize olmayan bir devlet yok olur gider. Eğitilmemiş vasıfsız kalabalıklar ordu değildir. Asya’yı tamamen istilâ eden Horasan ve Anadolu’yu ele geçiren Moğolların gücü; kanunlar, kuvvetli bir ordu ve nihayet Cengiz’di… Cengiz’in müthiş bir otorite, tartışılmaz kanunlar, memnun edilen komutanlar ve kanla büyülenmiş nökerlerinin zulüm ve tedhiş üzerine kurulan ordusu, büyük bir felaket olarak arza çöktü. Fütuhât veya farklı bir yayılma olan istilâ, ya adâletin veya zulmün gölgesinde gelişir.   ORDU GÜCÜ VE CENGİZ   Cengiz, büyük askerî güç ve korku imparatorluğu denince akla ilk gelenlerden biridir. Cengiz,  hükümdarlığı sırasında (1206-1227) Pasifik Okyanusu’ndan Hazar Denizi’ne kadar uzanan bir imparatorluk kurdu. Cengiz’in torunlarından Hülâgu ve diğerleri, istilâcı ve geçtiği yerlerde rahmet bulutları yokluğundan ot bitmeyen topraklarla, yakılmış ve yıkılmış şehirler, yerle bir edilmiş ilim ve sanat eserleri ve yüz binlerce ceset bıraktılar. Bu ihtişamlı zulüm imparatorluğunun gerçeği iki şeyde toplandı: Güçlü bir ordu ve güçlü bir kağan… Vandallar, Vizigotlar, Vikingler "kan ve kurban isteyen tanrılar"a adanan topraklarda zulmün ve korkunun saltanatını kurdular.  Adı büyük, ahlâkı ve insanlığı küçük İskender’in Makedonya’dan kalkıp sözde medeniyet götürmek için Türkistan’ın içlerine kadar gittiği ve zulümler yaptığı da Türklerin “Şu Destanı”nda anlatılır. Çinliler ise kurdukları ticaret imparatorluğu ve savunma teknolojisi ile emperyalizmin felsefesini geliştirdiler; Göktürkleri de bu kültür emperyalizmi ile 630 yılında ikiye bölerek zayıflattılar. Aslında kültür emperyalizmi en güçlü silahtır. Silaha karşı psikolojik olarak direnç gösteren kavimler, kültür emperyalizmine karşı yenik düşerler.   GÜÇ MÜ ADÂLET Mİ?   Milletlerarası hukukun güce dayandığı dönemlerde hak güçlünündür. İstilânın felsefesi yok, aksiyonu vardır. O da toprak ve kandır. Câhiliye Devri Araplarının amacı, ticaret ve sefâhattir. Mesele, ticâretin koruyucu tanrılarının ve bu amaca âlet edilen Kâbe-i muazzamanın statüsünün korunmasıydı. Müşrikler Hazret-i Peygamber’e “Bir sene sizin Allâh’ınıza bir sene de bizim putlarımıza tapalım” derken esas meselenin dinî kaygı olmadığı ortaya çıkıyordu. İslâm’ın yayılması ise aslen tebliğ esasına dayanıyordu. Mesele toprak alıp insanları katletmek değildi. Bu tebliğin insan kaynaklı merhameti karşı tarafı bazen savaşmadan İslâm’ı kabule yaklaştırıyordu. Bu arada İslâmiyet yeni bir fetih sistemi geliştirdi: Önce tebliğ ve davet, olmazsa otoriteyi kabul ettirip vergi ödetme, bu da olmazsa cihad… Bu sistem "İ’lâ-yı kelimetullâh"ın aslı idi. İslâmiyeti kabul eden Türkler, Cengiz gibi amaçsız bir cihangirlikle şöhret peşinde koşmak yerine, İslâm’ı cihana hâkim kılmayı gaye edindiler. Mâverâünnehir, Arap ve Afrika toprakları, Balkanlar, Orta Avrupa’ya kadar olan yerler yeniden doğmanın inşirâhını ve adâlet altında yaşamanın zevkini tadıyorlardı. Kanunun kilise sayıldığı, zalim papazların iki dudağı arasından çıkan söz, aslında adâletin iflâsını ilân ederken, “işkence” kilisenin yeni Orta Çağ keşiflerinin başında geliyordu. Kilise o kadar güçlüydü ki bütün devlet otoritesi ona baş eğmek zorundaydı. Zaten bu mantık dışılık Haçlı Seferleri’nin itici gücü olmuştur. Her büyük fitne gücünün karşısına diğer bir gücün zuhûru ilâhî adâletin tecellisidir. Zalim ve batıl kilise gücüne karşı Allahü teala, Türk’ü, bu köhne düzeni yok etmek ve İslâm’ı âlemşümûl yapmakla muvazzaf kıldı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ilâhî bir bağış ve adaletin görünen yüzü olmuştur. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu devletleriyle takviye edilen güç, 1299’da kınından çıkan “Zülfikar” gibi zulmün tepesine indi.   DEVLET KURMAK ZOR YIKMAK KOLAY   Bir devleti kurmak zor, yaşatmak daha zor, yıkmak ise en kolayıdır. Türkler devleti ayakta tutabilmenin çok kuvvetli bir ordu kurmaya bağlı olduğunu bildikleri için Mete zamanında MÖ 209 yılında bu teşkilâtı kurdular. Sistem bugünün aynısı olup onlu, yüzlü, binli ve on binli gruplara ayrıldı. Bu dönemlerde halk, asker ve sivil diye ayrılmazdı. Mete ordusunu kuvvetlendirmek için Altay kavimlerini bir araya toplayarak güç birliği oluşturdu. Osmanlı da aynı şeyi ümmet kavramı üzerinden yaptı. Devamlı savaşan kavimler karşı devletlerin silahlı gücünü çözmüşler, hücum ve savunma taktiklerini ona göre geliştirmişlerdir. O hâlde yeni bir güç ve yeni bir nizam olmalıydı ve alışılmış sistemlerin dengelerini değiştirmeliydi. Osmanlıyı zaferden zafere koşturan yeni sistemin bir bölümü “Yeniçeri” olmuştur. 1826’ya kadar Osmanlı’nın muvazzaf askerine bu ad verildi. Asıl kurulma devri Sultan I. Murad zamanındadır. Daha önceki ordu kâfi gelmeyince bu teşkilat kurulmuştur. Yeniçeriliğin kuruluşunda Çandarlı Kara Halil vardır. Yeniçerilerin müthiş başarılarında ilk âmil mutlak itaatten geçiyordu. Bunlar açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi zorluklara alışkındılar.   YENİÇERİLERİN BOZULMAYA BAŞLAMASI   Sultan III. Murâd’a kadar Yeniçerilerin hepsi kanunlara tamamen riayet ederlerdi. Önceleri hepsi kışlalarında otururlardı. Sonra bu nizam bozuldu; değişik yerlerde oturup çarşıda pazarda alışverişe başladılar; bekâr evlerinde kalıp ulûfelerini almaya devam ettiler. Sultan III. Murad zamanında Şehzâde Mehmed’in sünnet düğününde başarılı meddahların ocağa girme istekleri kabul edilmiş ve bu süreçle bozulmağa başlamıştır. Başıbozuk Yeniçeri taifesi sırf cülûs bahşişi alabilmek için padişah devirmeyi dahi plânlar hâle gelmişti. Giderek çarşı pazarlarda dolaşan Yeniçeriler haraç almaya ve hamam külhanlarında hüküm-fermâ (sözü geçmek) olup tam bir kâtı’-ı tarîk (yol kesen eşkıya) hâline geldiler. Yeniçeriler, kazan kaldırma hareketiyle sık sık isyan çıkarıp yemeklerini pişirdikleri kazanı Atmeydânı’na getirirlerdi.  Bektaşî-Alevîlik zannedildiği gibi Ocak içinde hâkim durumda değildi. Eğer böyle olsaydı Yavuz Çaldıran’da Yeniçeri’yi Şah İsmâil’e karşı savaştıramazdı. Osmanlı Devleti’nin müesses nizâmı da bunu gerektirirdi. Ocak mezhebinin Sünnî olduğunun en büyük işareti İmâm-ı A’zam bayrağı idi... Kısacası Yeniçeriliğin ilk dönemi rahmet, ikinci dönemi satvet, üçüncü dönemi rehâvet, dördüncü dönemi şekâvet, son dönemi ise felâket olmuş ve 1826’da Sultan II. Mahmud’un cesur kararıyla lağvedilmiştir. Gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.