İRAN EDEBİYATINDA ÇOK ŞEY SAKLI ‘Acem Palavrası’ nereden çıktı?

A -
A +
Prof. Dr. Suat Ungan   Şairler, Pers kültürünün üstün özelliklerini ön plana çıkarmak ve bunu Araplara ispat etmek için İran tarihini, kimliğini yansıtan mitolojik unsurları abartılı bir şekilde anlatıp İran’ın İslam öncesi dini olan Zerdüştlüğün öğretilerini ve tarihî kahramanlarını kutsal hâle getirmişlerdir.     Araplar İranlılar için “Acem” tanımlamasını yapmış, acemi kelimesini de “Bir alanda ilk olan, bir iş beceremeyen” kişiler için ifade eder olmuşlardır. Bu kelimeyi Türkler Araplardan alarak İranlılar için kullanmaya başlamışlardır ki Farslıların kendileri için bu tanımın kullanılmasına çok kızdıkları bilinmektedir. “Palavra” kelimesinin gerçeğe dayanmayan uydurma söz manası vardır. İspanyolca “palabra” kelimesinin bozulmuş hâlidir. “Acem Palavrası” ise İranlıların akla hayale sığmayan benzetme unsurlarını şiirlerinde kullanmalarından ve bunu sosyal hayata yansıtmalarından kaynaklanmaktadır. “Palavra” kelimesi de mübalağa sanatının akla, hayale gelmeyecek şekilde kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Ulaşmak, son noktasına varmak anlamına gelen Arapça “buluğ” kökünden türetilmiş olan mübalağa kelimesi, hem edebî sanatlarda hem de günlük hayatta sıklıkla kullanılan bir anlatım aracıdır. İfade bakımından bütün imkânları kullanmak, tüm şartları zorlayarak müspet veya menfi manada ifadeye zenginlik katmak amacıyla mübalağaya başvurulur. Mübalağa Arap edebiyatı kaynaklı olmasına rağmen Farslılar, Allahü tealanın zat ve sıfatlarını ifade etmek için kullanılan ibareleri kendi mitolojik kahramanlarına benzetme aracı olarak kullanmış, mübalağayı belagat sanatının ana unsuru hâline getirmişlerdir. Arap dilinde mübalağa ile ilgili onlarca vezin kullanılırken belagat kitaplarında tebliğ, iğrak ve güluv olmak üzere üç çeşit mübalağa türünden bahsedilmektedir. Akla ve geleneğe uygun olan mübalağaya tebliğ, akla yatkın olan fakat geleneğe uymayan mübalağaya iğrak, akla ve geleneğe uymayan mübalağaya ise güluv denilmektedir. Mübalağa sanatı bir dilde sıfatların gelişmesini sağlayan temel dinamiklerden birisidir. Bu benzetmeler sayesinde dil, ifadeye kolaylık, manaya derinlik kazandırmada, hayalin inceliklerini ifade etmede önemli kazanımlar elde etmiş olur. Fars dili,  bütün Avrupa dillerinden eski olup zenginlik yönü ile de Yunanca ile eşit seviyededir. Bu yüzden İranlılar dillerinden, tarihlerinden, geçmişte yetiştirmiş oldukları şair, yazar ve düşünürlerinden her zaman övünç duymuşlardır. Arapların İranlıları yenerek onları Müslümanlığa teşvik etmeleri İran toplumunun bazı kesiminde hüsnü kabul görmemiştir. Müslüman olduktan sonra İranlılarda kimlik bunalımını meydana gelmiş, tepki olarak şuubiyecilik adıyla başlatılan başkaldırılarla kendilerini aynı kültür altında birleştirmeyi amaçlamışlardır. Aynı şekilde İranlıların, Müslümanlığa ve özelinde Arap kültürüne karşı kullanmış oldukları aşırılığı içeren yergileri, ifrat ve tefrit açısından kullanmış oldukları ibareleri, mübalağa sanatının gelişimi için zemin oluşturmuştur. Şairler, Pers kültürünün üstün özelliklerini ön plana çıkarmak ve bunu Araplara ispat etmek için İran tarihini, kimliğini yansıtan mitolojik unsurları abartılı bir şekilde anlatıp İran’ın İslam öncesi dini olan Zerdüştlüğün öğretilerini ve tarihî kahramanlarını kutsal hâle getirmişlerdir. Şiir dilinde yapılan bu anlatımlar İran kültüründe mübalağa sanatının zemin bulmasını sağlamış, Arap ve Türkler de zamanla İranlılardan mübalağa sanatının dile getiriliş yönünü alarak kendi edebî eserlerinde kullanmışlardır.   Şair ve Mübalağa   Şairlere ihsanlarda bulunma geleneği Abbasîlerde zirveye ulaşmış, bu da edebiyatta mübalağa sanatının gelişmesine temel teşkil etmiştir. Şairlere bol bol ihsanlarda bulunma geleneği daha sonraları Fars kültürünün bir parçası olmuştur. İran kültüründen fazlaca etkilenen Gazneli Sultan Mahmud da, sarayında şairleri bulundurmaktan, onlarla sohbet etmekten büyük haz almıştır. Devletşah, “Tezkiretü’ş-şuara” adlı eserinde Sultan Mahmud’un sarayında dört yüze yakın şairi bulundurduğunu söylemektedir ki bu gelenek Firdevsî’nin abartılarla dolu Şehnamesi’ni yazmasının kültürel ortamını oluşturmuştur. İran kültüründen aşırı derecede etkilenen Sultan Süleymanşah Rukneddin ise kendisini öven tek bir kaside yazdığı için Zahiruddîn-i Faryâbî’ye caize olarak iki bin sultani dinarı, on baş at, on baş katır, on iki hörgüçlü deve, beş erkek köle, beş güzel yüzlü Rum cariye, altın işlemeli, atlas, pamuk kumaşlardan oluşan elli takım elbise hediye etmiştir.  Sultanların bu cömertliğini duyan, ona şahit olan şairler, saraya girmek, padişahın ihsanlarına nail olmak için akla hayale gelmeyecek sıfatlar kullanarak padişahları övmeye çalışmışlardır. Yine krallarına yarı ulûhiyet verme alışkanlığı olan bazı İranlılar, kendilerini tarihte mağlup eden kişilerde farklı özellikler arayarak zımni olarak kendi kahramanlıklarını dile getirme yollarını aramışlardır. Büyük İskender’in ülkelerini fethetmesini bir türlü hazmedemeyen İranlılar, yazmış oldukları “İskendername” adlı mesnevilerinde bu fethe başka anlamlar yüklemeye çalışmışlardır. İskendernamelerde, İran Şahı Dara’nın Yunan ülkesini işgal ettiğini, Rum Kayseri’ni meydanda astırdığını, Rum şehirlerini ele geçirdiğini, Yunan Feylekus’un kızını kendine eş olarak aldığını, daha sonra işlerinin yoğunluğu sebebiyle şehirlerin yönetimini Feylekus’a bırakarak İran’a döndüğünü, Yunanistan’da kalan hamile eşinin daha sonra bir erkek çocuk doğurduğunu, bu çocuğun adının İskender olduğunu, İskender’in İran da dâhil bütün dünyayı fethettiğini (İran’ı fethediyorsa bütün dünyayı fethedebileceği) anlatarak İran’ı yine bir İranlının soyundan gelen birisinin yenebileceği düşüncesini vermeye çalışır, dünyayı fetheden İskender’in babasının İranlı Dara olduğunu dile getirirler.   Hazreti Ömer’e düşmanlık uğruna…   Yine İranlılar Hazreti Ömer’in İran’ı fethetmesini bir türlü hazmedememiş, bu yüzden Hazreti Ömer’den intikam alma adına Hazreti Ali’yi ön plana çıkarmış, kendi gelenek ve göreneklerinden hareketle Hazreti Ali için “yarı ilahî” vasıflar içeren efsaneler uydurmaya başlamışlardır! İranlılarda ulusallaşma düşüncesi sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda başlamış, bu anlayışın ürünü olarak Firdevsî’den önce farklı zamanlarda farklı şairler tarafından geniş hacimli beş Şehname yazılmış, Firdevsî bu Şehnameleri örnek alarak İran’ın tarihî ve kültürel mirasını abartılı bir şekilde anlatan altmış bin beyitlik Şehnamesini yazmıştır. Firdevsî ile başlayan akla, geleneğe aykırı (gulüv) benzetmeler yapma geleneğine birçok İran şairinin şiirinde rastlamak mümkün olmuştur.   Firdevsî ve Mübalağa   Acem mübalağasının temelini kuran Firdevsî’nin ölümü sonrası halkın bu konuda uydurmuş olduğu efsanevi bilgiler mübalağanın gelmiş olduğu noktayı göstermektedir. Şehname’nin başında halkın Firdevsî için uydurmuş olduğu şu efsane yer almaktadır. Firdevsî’nin ölümü üzerine herkes çok derin bir hüzün duyarken devrin önemli din âlimi Ebû’l Kasım-i Gürgânî, Firdevsî’nin Zerduşt inancı taşıması, ateşe tapanları bir ömür boyu övmesi sebebiyle onun cenaze namazını kıldırmayacağını söylemiştir.   Yetmiş Arşınlık Mektup   1576 yılında Şah Tahmasb’ın Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü ve Sultan II. Selim’in tahta geçmesini konu alan yetmiş arşınlık mektubu, Acem palavrasını ve dalkavukluğunu gösteren en güzel örnektir. Yaklaşık 48 metre uzunluğundaki bu mektupta Kanuni’ye ve onun Avrupa’da elde etmiş olduğu zaferlere yer verilmekte, tahta çıkan II. Selim’e ise dalkavukluk yapılmaktadır. Sekiz aylık bir zaman diliminde meydana getirilen nesir kısmı hariç beş bin beyitten oluşan bu mektubun bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesinde bulunmaktadır. “Osmanlı Topraklarında Fars dili ve Edebiyatı” adlı çalışmada bu konu hakkında bilgi veren İranlı Riyahi, İranlıların bu mektup için şimdi utanç duyduklarını dile getirmektedir. Acem palavrasından “Osmanlı Tarihi” adlı kitabında Lamartine de bahsetmiştir. Lamartine İranlıların, diktatörlük karşısında çabuk eğildiklerini, özgür olduklarında küstahlaştıklarını, hamle yaparken cüretli, yorgun olduklarında cesaretsiz olduklarını, politikada daima aşırılığa giderek dalkavuklaştıklarını dile getirmiştir.   Aklın sınırlarını zorlaması ve hayal gücüne dayanması mübalağa sanatının inceliğini oluşturmaktadır. Mübalağanın hüsnütalil sanatı ile birlikte kullanılması güzel şiirin oluşmasının vazgeçilmez unsurlarını oluşturmaktadır. Bunu ustalıkla başarmak büyük şairliğin ispatı olarak görülmüş, bu sebeple şairler abartıda bile abartıya kaçarak kendi egolarını kelimeler arasına gizlemişlerdir. Şiir dilinin duygusal unsurları ön planda tutması, bu tür benzetmelerin kabul görmesini kolaylaştırırken, akli unsurların ön plana çıkarıldığı sohbet ortamlarında bu kavramlar hoş karşılanmamış, bu şekilde abartılara “Acem Palavrası” söylemi ile karşı çıkılmıştır... 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.