KORONAVİRÜS GÜNLERİNDE GLOBAL FİNANS NEREYE GİDİYOR? Büyük borç sarmalı

A -
A +
Prof. Dr. Vedat Akgiray Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi   Tarihteki bütün ekonomik ve finansal krizleri tetikleyen sebepler farklı olabilmekle beraber, krizlerin yol açtığı iktisadi ve sosyal tahribatın büyüklüğünü belirleyen tek faktör borç miktarı olmuştur. Bu sefer endişemizi tetikleyen sebep farklı ama 1929’da ve 2008’de olduğu gibi dünyanın sırtında ödenemeyecek bir borç yükü mevcut.   Bütün kültürlerde borç, ancak gerçek bir ihtiyaç varsa başvurulması gereken bir yoldur. Geçinebilmek veya ilk defa ev sahibi olabilmek için borçlanmanın makul tarafları vardır. Fakat uzun vadeli bir sanayi yatırımı yapmak veya gelirinden çok daha fazla tüketebilmek için borçlanmak akılcı bir yol değildir.   Devlet, uygun bir mekanizma ile kritik KOBİ’lere sermaye koyarak ortak olabilir.   2019 senesinin Ekim ayında bu gazetede yayınlanan “Finans nereye koşuyor?” başlıklı makalemizde, finans sektörü ile ilgili çarpıklıklardan ve mevcut gidişatın büyük tehlikeleri haiz olduğundan bahsetmiştik. Üzerinden henüz birkaç ay geçmeden üzücü Covid-19 salgını başımıza geldi ve bütün ekonomiler durma noktasına yaklaştı. Devletler, bir yandan salgını kontrol etmeye uğraşırken bir yandan da ekonomik tahribatı asgariye indirmek için seri tedbirler alıyorlar. Bilinen modern iktisat tarihinde bu tür bir problemle ilk defa karşılaşıyoruz ve neticenin ne olacağını tahmin etmek imkânsız. Tarihteki tüm ekonomik ve finansal krizleri (1929’daki Büyük Buhran, 2008’deki Global Finansal Krizi ve diğerleri) tetikleyen sebepler farklı olabilmekle beraber, krizlerin yol açtığı iktisadi ve sosyal tahribatın büyüklüğünü belirleyen tek faktör borç miktarı olmuştur. Bütün krizlerin ortak paydası aşırı borçlanmadır. Bu sefer endişemizi tetikleyen sebep farklı ama 1929’da ve 2008’de olduğu gibi dünyanın sırtında ödenemeyecek bir borç yükü var. Bir yandan hastalık korkusu bir yandan da anormal bir borç yükünün muhtemel tahrip endişesi ile borçlu kişiler, şirketler ve devletler şimdi kara kara düşünüyorlar. 2020 senesine girerken dünyadaki toplam borç stoku 300 trilyon dolara yaklaşmıştı ki bu 2008 senesindeki zirvenin iki misline yakın bir rakamdır. Aynı 1929 öncesi olduğu gibi global üretimin üç mislinden fazla bir borç yükü oluşmuştu. 2009 ve sonrasında, aksine oluşan global irade birliğine rağmen borç büyümeye devam etti. Devletler finans sistemi ile baş edemediler veya problemi ötelemeyi tercih ettiler. Hisse senedi piyasalarındaki balonun yanına bir de devasa bir borç balonu eklenmişti ki bu yeni balon -yapısı itibariyle- tarihte ilk defa görülen boyutta bir olaydı. Dünya sürdürülemez bir dengesizlik üzerinde güle oynaya yaşarken şimdi salgın yüzünden aniden duran bir ekonomi ile karşı karşıya kaldı. Aşırı borçlu olan kişiler ve şirketler daha büyük acılar çekecekler maalesef.   DÜNYADA BORÇ ODAKLI TEDBİRLER ALINDI   Devletlerin virüs krizine karşı aldıkları benzeri görülmemiş boyutlardaki parasal ve mali tedbirlerin yine borç odaklı olduğunu görüyoruz. ABD, Avrupa ve diğer merkez bankaları ile mali otoritelerin bugüne kadar yaptıkları, ağırlıkla mevcut kredilerin yenilenmesi veya ötelenmesi ile daha çok kredi verilmesi şeklinde oldu. Borç problemi daha çok borçlanarak çözülmeye çalışılıyor. Bunun sonucu olarak, global borç miktarının yakın bir tarihte 300 trilyon doların çok üzerine çıkacağını tahmin edebiliriz. Bu politika, problemi büyütmekten ve önümüzdeki yıllarda altından kalkılamaz sosyal ve siyasi sonuçlara yol açmaktan başka bir neticeye gidemez. Ekonomilerin tekrar ne zaman “normale” döneceği belli değil-2021, 2022 veya belki daha sonra? Ne zaman olursa olsun, mevcut “borcu-borçla ödeme politikaları” devam ederse; devletler, şirketler ve aileler ödenemeyecek boyutlarda borçlarla yeni döneme başlayacaklar ki bu çok tehlikeli bir yoldur. Bu sarmalı kırmalıyız.   SÜRDÜRÜLMESİ ZOR EŞİTSİZLİK   1980’lerde başlayan “yeni finans” sistemi, büyük oranda ancak devamlı büyüyen bir borç miktarı ile sürdürülebilir bir şekle büründü. Bunun yol açtığı servet ve gelir dağılımındaki dengesizlik ise belki de iklim değişikliği kadar büyük bir öneme kavuştu. Büyüyen borç miktarı ile servet dağılımındaki artan eşitsizlik birbirinden beslenen iki süreçtir ve son kırk yıldır beraber artmışlardır. Gelirleri, tüketim ve reel yatırım harcamalarından daha fazla olan “en zenginler” tasarruflarını mecburen finans piyasalarına yatırmaktadırlar. Bu yatırımlar ise ağırlıkla kredi ve diğer borçlanma araçları şeklini almaktadır. Borçlananlar ise “en zengin” olmayan orta ve alt gelir seviyelerinde olanlardır. Başka bir deyişle, küçük bir azınlık net alacaklı, büyük çoğunluk ise net borçlu durumundadır. Bu da fakirden zengine doğru sürekli servet transferi ve daha da artan servet eşitsizliği demektir. Bu, sosyal huzur açısından sürdürülmesi zor ve istenmeyen bir sarmaldır. Çıkan her krize karşı alınan tedbirler, bu problemi biraz daha pekiştiriyor. Bu trend, sonuçlarının ne olacağı belli olmayan bir emek-kapital kavgasına dönüşmeden dizginlenmeli ve tersine çevrilmelidir.   İFLASLAR BORÇLARLA GELİYOR   Öncelikle “borç” kavramının iyi düşünülmesi gerekir. Tüm kültürlerde borç, ancak gerçek bir ihtiyaç varsa başvurulması gereken bir yoldur. Geçinebilmek veya ilk defa ev sahibi olabilmek için borçlanmanın makul tarafları vardır. Fakat uzun vadeli bir sanayi yatırımı yapmak veya gelirinden çok daha fazla tüketebilmek için (verimlilik artışından daha yüksek bir maliyetle) borçlanmak rasyonel bir yol değildir. Akıllıca değildir çünkü bu yolun sonu büyük ihtimalle finansal darboğaz veya iflas olacaktır. Bugün, gelişmiş ülkelerdeki nüfusun çoğunluğu, hayatlarını borç ödeyerek geçirmekte ve nihayet borçlu olarak ölmektedir! Ev kredisi, öğrenci kredisi, tüketici kredisi ve benzeri isimler altında çeşitli borçlarla... Batan şirketlerin %95’i de borcunu ödeyemediği için batmaktadır veya el değiştirmektedir.   “BÜYÜK GERÇEKLER” VE ATILMASI GEREKEN ADIMLAR   Bütün bu gerçeklere rağmen borçlanma rüzgârı esmeye devam ediyor. Bunun çeşitli sebepleri vardır. İsrafa varan tüketim sarhoşluğu, finans mühendisliği ile “dayanaksız borç” üretmenin kolaylığı, Amerikan dolarının dünya ticaretinin %80’ine temel teşkil etmesi ve benzeri birçok makro gerçekten bahsedebiliriz. Böylesine “büyük gerçekler” karşında çözümsüzlük çaresizliğine kapılmak kolaydır. Veya bu iş “eğitim meselesi” veya “zihniyet meselesi” veya “global gerçek” gibi akademik laflarla hiçbir şey yapamadan konunun esasını atlama tembelliğine düşebiliriz. Hâlbuki atılabilecek bazı kolay adımlarla meseleyi çözmek veya en azından çözmeye başlamak mümkündür.
Öncelikle, detaylarda boğulmadan, konunun esasını iyi anlamak gerekir ki bu da yalın bir matematiksel tespit ile başlar: Bir ekonomi, insanların gelirlerinden daha fazla harcamaları için gereken borcu üretebiliyorsa ve bu borçlar geri ödenebiliyorsa, aynı ekonomi aynı insanlara lüzumsuz borca girmeden daha fazla harcayabilecekleri geliri de üretebilir. Basit bir matematiksel eşitlik! “Kredisiz bu çark dönmez” gibi bir iddianın yersizliği aşikârdır. Bu neticeyi hayata geçirmeniz tek şartı ise finans sistemin bu minvalde yeniden tasarlanması ve düzenlenmesidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lara kadar dünya finans sistemi böylece ve gayet sağlıklı gelişti. Bugün teknolojinin verdiği imkânlarla ise daha da iyisini yapmak gayet mümkündür. Bunu birkaç somut örnekle gösterebiliriz.
Bütün ülkelerde, vergi düzenlemeleri ve ticaret kanunları, sermayeye aleyhine ve borç lehine teşvikler ihtiva etmektedir. Mesela, faiz ödemeleri masraf olarak kabul edilmekte ve vergiden düşülebilmektedir. Buna karşın, şirket ortaklarına ödenen kâr payları masraf sayılmazlar ve vergi sonrası kârdan ödenirler. Borç ve sermaye iki farklı finansman kaynağıdır ve aynı kanuni muameleye tabi olmamaların hiçbir ekonomik anlamı yoktur. Bu asimetrik durum tabii olarak borçlanmayı daha cazip hâle getirmektedir. Eşitliği sağlamak için ya faiz ödemeleri masraf olarak sayılmamalı ya da kâr payı ödemeleri de masraf olarak kabul edilmelidir. Borçlar ve icra-iflas kanunları gibi ticaretle ilgili kanunlar ise borç faizinin ödenmemesini temerrüt ve iflas sebebi saymaktadır. Buna mukabil, kâr payı dağıtımı tamamen ihtiyari bir yönetim kararıdır. Bunun neticesi ise alacaklının yasal korunma altında ve sonuç olarak hissedarlara karşı imtiyazlı olmasıdır. Borç alan için borç daha ucuz, borç veren için ise daha korunaklı oluyor. Bu eşitsizlik basit kanunlarla düzeltilebilir. Serbest piyasaya inanıyorsak oyunun kuralları herkes için aynı olmalıdır.
Ticari bankacılık ile yatırım bankacılığı da kati sınırlarla ayrılmalıdır. Ülkemizde, sermaye piyasası kanunları lafzen bunu öngörmektedir ama gerçek hayatta bu kural sadece şeklen uygulanmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizde de tüm finans sistemi ağırlıkla bankaların omuzlarındadır. İktisadi faaliyet bankacılığa bağımlı hâle gelmiştir. Bu durum, sadece bankaları kırılgan yapmakla kalmaz, aynı zamanda krediye bağımlı büyümeyi de mecbur kılar. Bu da devasa bir borç büyüklüğüne yol açar çünkü bankaların asli işi mevduatları krediye dönüştürmektir. Diğer finansman kapıları kapalı kalmaktadır. Bunun ne bankalara ne de sağlıklı ekonomik büyümeye faydası vardır. Artan kredi hacminin kısa vadeli geçici bir pozitif etkiden sonra nihayette büyümeyi negatif etkilediği iyi bilinen bir gerçektir. Krizler ise bombanın fitilini ateşleyen son darbeler olmaktadır.   KREDİ YERİNE SERMAYE   İçinde yaşadığımız kriz döneminde şirketlerin ayakta kalabilmeleri için devlet desteğine ihtiyaçları vardır ve tüm devletler bunu yapmaktadır. Özellikle KOBİ’lerin yaşamaları hem istihdam hem de ekonominin sağlığı için çok kritiktir. Hem salgın süresince hem de salgın sonrası için... Borç belasından kurtulmaya buradan başlanabilir. Şirketlerin kredilerini ertelemek veya yeni kredi vermek yerine sermaye konabilir. Devlet, uygun bir mekanizma ile ve zamanı gelince ayrılmak üzere ihtiyacı olan ve yaşaması kritik önemi haiz KOBİ’lere sermaye koyarak ortak olabilir. Bu hem şirketlerin bilançolarını sağlamlaştıracak hem kurumsal yapılarını iyileştirecek hem de borç ödeme telaşını ortadan kaldıracaktır. Borç telaşı olmayan şirketler verim artırıcı teknoloji yatırımlarını yapmaya zaman ve imkân bulurlar. Bunu yapabilirsek, salgın sonrası daha da çetin bir rekabete tabi olması beklenen global pazarlarda daha güçlü oyuncu olabiliriz. “İyi güzel ama kriz ortasında bunlar yapılabilir mi?” veya “Şimdi sırası mı?” gibi sorular akla gelebilir. Unutmayalım ki bütün köklü dönüşümler krizler ile savaş gibi ortamlarda karara bağlanmış ve yapılmışlardır. ABD’de 1930’larda yürürlüğe giren ve dünya çapında etkisi olan finansal düzenlemeler 1929 krizi içerisinde kararlaştırıldı. Bretton-Woods anlaşması İkinci Dünya Savaşı’nın son yılında imzalandı. Ülkemizde, Sermaye Piyasası Kanunları 1970’lerin sonundaki “banker” krizine cevaben yazıldı. En son bankacılık kanunlarımız 1990’ların sonundaki bankacılık krizinin bir mahsulüdür. Örnekler çoğaltılabilir... Ülkemizi ve dünyayı borç/kredi bağımlılığından kurtarmanın zamanı bugündür. Aksi takdirde, bu krizi bir şekilde geçirmiş görünsek bile bir sonraki krizde çok zarar görebiliriz. Atalarımızın dediği gibi: “Bir musibet bin nasihatten evladır...”
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.