DİL MESELEMİZ -II- Lisan ve bir medeniyetin infilakı

A -
A +
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA  
  Osmanlı dönemi sanatı, Osmanlının çökertilmesiyle yok olmuş değildi. 1650’lerde sanat ve edebiyat hangi merkez ve bediiyatta ise 1920’lerde de aynı hava teneffüs ediliyordu. Belki Fuzûlî, Bâkî, Nef’î veya Nedim yoktu ama Türk münevverleri bunları aynı zevkle inşat ve terennüm edebiliyorlardı. Şimdi bizim aydınlarımızdan 16. asır dehası Fuzûlî’yi kaç kişi anlar?   Kültür milletlerin varlığıyla hayat bulur, çağlar içinde gelişerek milletle beraber yaşamaya ve milleti yaşatmaya devam eder.   “Sanat halka inmez; onu anlamak isteyen ona yükselmek zorundadır.”   Harf inkılâbı ve dil meselemiz çok mühimdir. Milletimizin kökleri ile irtibatı bu inkılâpla nasıl sarsılmıştır; bunları örneklerle açıklamaya çalışacağız. Her milletin asgarî müştereklerde anlaşacağı bir ortak dili, bir de sanat ve edebiyatını tanzim edeceği üst seviye dili vardır. Biz bu kavramları “klâsik” ve “popüler” olarak adlandırıyoruz. Popüler yani halkın temayüllerine uygun olan dille, üstün ve nitelikli sanat eserlerin meydana getiremezsiniz. Gerek edebiyatta gerekse musikîde halk için yapılan sanatlarda ince bedîi temayüllere fazla yer verilmez. Birçoğu anonim olan bu sanatlarda üstün halk zevkinin sehl-i mümtenîlerle  (kolay gibi söylenen sanatlı söyleyiş; Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm… gibi ) hissî söyleyiş ve terennümlerini görürüz. Klâsik olan sanatlarda ise herkesin değil, o zevke aşina olanların anlaması beklenir. Tevfik Fikret’in, dilinin ağır, şiirlerinin anlaşılması zor olduğunu söyleyenlere cevabı çok ilgi çekicidir: “Sanat halka inmez; onu anlamak isteyen ona yükselmek zorundadır.” Osmanlı dönemi sanatı, Osmanlının çökertilmesiyle yok olmuş değildir. 1650’lerde sanat ve edebiyat hangi merkez ve bediiyatta ise 1920’lerde de aynı hava teneffüs ediliyordu. Belki Fuzûlî, Bâkî, Nef’î veya Nedim yoktu ama Türk münevverleri bunları aynı zevkle inşat ve terennüm edebiliyorlardı. Çünkü devlet çökse bile kültür inatla yaşamaya devam eder. Ama Harf İnkılâbı ve bununla çok bağlantılı olan dil değişimi, eski kültürü bir hayli hırpalamıştır. Bir kültür, bir medeniyet müktesebatı infilak ettirilmiştir. Hâlbuki 1870’li yıllarda, yani Osmanlının ayakta olduğu dönemde doğanlar, bu kültürün sinesinde büyümüşlerdi. 1908’lerde bu kültürü inkâr ederek redd-i miras eyleyenler de yine aynı nesildi. Dünyada bunun bir örneğini bulabilmek mümkün değildir. Osmanlı Türk’ü 1900’lü yılların başlarında, ‘Mecelle’yi, ‘Envârü’l Âşıkîn’i, ‘Halebî Şerhi’ni, Şeyh Gâlib’i, ‘Vesîletü’n-necât’ı (Mevlid),  ‘Karabaş Tecvîd’ini, ‘Tâcü’t- Tevârîh’i, ‘Naimâ’yı, ‘Evliyâ Çelebî’yi, ‘Kısasü’l- Enbiyâ’yı ve ‘Muhammediyye’yi okuyup anlıyorduBunlar Türkçe yazılmış kitaplardı. Ama bugün bunları okuyup anlayabilenler kaç kişidir dersiniz?  Doğu’da, Batı’da, dünyanın her yerinde insanlar yüzlerce yıllık eserleri okuyup anlayabiliyorlar. İngiltere’de okullarda özel Shakespeare seminerleri yapılır. Onu anlayamayan İngiliz aydını yoktur.16. asır ile asrımız arasındaki bağı koparmadıkları için Shakespeare onlara göre hâlâ efsanedir. Bizim aydınlarımızdan 16. asır dehası Fuzûlî’yi kaç kişi anlar? Bizim neslimiz yüz yılla sınırlandırıldıKimse bana dilimiz çok fazla Arapça ve Farsça kelimelerle dolmuştu, anlaşılması zordu demesin. Bunu diyen modern, nesil kendi dilinden başka en az bir Batı dilini mükemmel bilmiyor mu? Aynı nesil aslından Shakespeare’i, Racine’i, Jean Jacques Rousseau’yu, Schiller’i, Edgar Alan Poe’yu okuyup anlamıyor mu?İbn-i Haldun’u okuyup anlayamayan hangi tarihten bahsedebilir. İhtisas yapsa bile İbn-i Haldun’u okumayan bir kimse ilme girişin aslı olan modern metodolojiyi nasıl anlar? ‘Mukaddime’yi okumayan, felsefenin bir ilimde bu kadar müspet kullanılışını nasıl idrak edebilir?   KÜLTÜRÜN DEVAMLILIĞI   Kültür milletlerin varlığıyla hayat bulur, çağlar içinde gelişerek milletle beraber yaşamaya ve milleti yaşatmaya devam eder. Medeniyetler değişse bile kültürler değişmez. Onu değiştirmeye kalkmak milletin genleriyle oynamaktan farksızdır. Batı Medeniyet dairesinde olsalar bile kendilerine has kültürlerini inatla savunan, alfabelerini-çok zor olmasına rağmen-değiştirmeyen, Çin, Japon ve Yahudi milleti en ileri milletler seviyesini yakalamışlardır. Bütün mesele, bu bağları sıkı sıkı muhafaza etmektir ama biz bunu başaramadık. Süleyman Nazif’in Osmanlı Şehzadesi Abdülmecidin (Son Halife) huzurunda yaptığı bir konuşma sırasında irat ettiği nutkun bir parçası çok mühimdir: “Eğer bir Yunanistan dirilmiş ise, ömr-i sânîsini herhâlde Makedonyalı İskender’in galebât-ı seyfiyyesine veya bu galebelerin şemâtet-i yâdına değil asıl Yunânî olan hukemâ ve şuarâ-yı kadîmesinin fütühât-ı fikriyyesine medyûndur.” (Eğer Yunanistan dirilmiş ve ikinci hayatını yaşıyorsa bunu Makedonyalı İskender’in kılıçlarıyla kazandığı zaferlere veya bu zaferlerin tantanalı kutlamalarına değil, esas Yunanlı olan filozof ve şairlerinin fikir fetihlerine borçludur.) Devamında: “Besî renc bürdem der in sâl sî-Acem zinde kerdem bedin Pârsî” (Otuz yıl çok eziyet çektim ama bu Farsça ile Acem milletini dirilttim) beytiyle bihakkın mübâhât etmiş olan Firdevsi-i Tûsî bir Şehnâmesiyle şâir ve bahâdır kavminin hâbîde-i a’sâr olan rûh-ı hassâsını uynandırdı. (Beytiyle haklı bir şekilde övünen Tuslu Firdevsî, Şehnâme’siyle şair ve bahadır milletinin asırlardır uyuyan rûhunu uyandırmıştır.) Fikret’in “Bir Lâhza-i Teahhur”unu, “Sis” şiirin okuyup anlayamayan, onun Abdülhamid Han’a suikast yapana “Ey şanlı avcı dâmını beyhûde kurmadın/Attın fakat yazık ki yazıklar ki vurmadın” beyti hakkında ne düşünebilir? Fikret, terörist Edouard Joris’in Abdülhamid Han’a bombalı suikast yapan hâini överken “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın, ama ne yazık ki vuramadın” dediğini nasıl anlayacak? “Sis” şiirinde İstanbul için “Ey kahbe Bizans ey koca fertût-ı musahhir-Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir” ve aynı şiirde “Milyonla barındırdığın ecsâd arasından-Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân” beyitlerinde kan ve nefret kokan şu kelimelere nasıl yaklaşacak: “Ey kahpe Bizans (İstanbul’a Bizans deme cür’etini göstermesi ne olduğunun işaretidir.) Ey koca bunak büyücü, ey bin kocadan arta kalmış bakire dul.) (Sînende milyonlarca yatan ceset içinde alnı ak kimse var mıdır.) İstanbul’da medfûn bulunan Sahâbe-i kirâm, evliyâullâh, mürşidân ve müridânla birlikte şühedâ, ulemâ, hulefâ-i Resûlullâh olan halîfe padişahlar ve diğer Osmanlı hânedânının tamamını zan ve töhmet altında bırakan Fikret’e Osmanlı Türk âşığı Yahya Kemâl’in verdiği şu cevâbı bu mükemmel dili bilmeyenler nereden anlayacaklardı: “Bir devri lanetiyle boğan şâirin “Sis”i // Vicdân ve rûh elemlerinin en zehirlisi// Hulyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha // Örtün ve müebbeden uyu ey şehr o bedduâ.” (Bir devri lanetiyle boğan  şâirin “Sis” adlı şiiri, vicdan ve ruhların en elemli en zehirli hâlidir.  O beddua ki- örtün ve ebediyen bu sis altında uyu!- diyen şairin sözleri ruhuma bir ezâ gibi aksetti.”) Şanlı tarihimiz öylesine yalan ve iftiralarla bu nesle aksettirilmiş ki, o muazzam eserleri asıllarından okuyamayan bu bahtsız insanlar, kendisine sunulan bütün bu sahte ve düzme eserlere inanarak ecdadına düşman olmuş ve tarihine lanet etmiştir. “Vatan ve Hürriyet  Şairi”! Nâmık Kemâl bir şiirinde: “Ölürsem görmeden milletde ümîd etdiğim feyzi/Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzûn ben mahzûn.” (Millette beklediğim uyanışı görmeden ölürsem, mezar taşıma "Vatan mahzûn ben mahzûn yazılsın") der. Nâmık Kemâl  Bey; sizin ümit ettiğiniz şey kat kat gerçekleşti. Vatan mahzun oldu ama eğer yaşamış olsaydınız siz bayağı mutlu olurdunuz.  “Vatan” ve “hürriyet” teraneleriyle çıktığınız yolun sonunda,  Genç Osmanlılar ve Tanzimatla  attığınız tohumlar İttihat ve Terakki ile meyvelerini verdi ve vatan parça parça oldu. Vatanı anladık da “Hürriyet Şairi” ne demekti? Esas sizden sonra hayat zindan oldu. Dilinizden düşürmediğiniz “hürriyet” şimdi “özgürlük” olarak mutasyona uğrayan virüs gibi hâlâ üzerimize yapışmış vaziyette…   BİZ KÜLTÜRÜMÜZE SAHİP ÇIKTIK MI?   Yunanistan, eski edip ve filozofları ile ayakta; İran destanıyla dikilmiş, peki biz ne yapmışız. Elbette savaşlar bir milletin destanlarıdır… Akıtılan kanlar harita çizen mukaddes mürekkeptir… Şehitlerimiz âbidelerimiz, gâzilerimiz ise yaşayan vatan bekçilerimizdir. Peki, bunları halkımızın şuuruna yerleştiren edip ve şairlerimize ne oldu? Yok olan kültür ve edebiyatımızın yerini alanlar veya aldım sanan edip veya müteşâirler ne kadar başarılıdır. Çağlar içinden süzülüp gelen nefis edasıyla bir Nedîm daha gelir mi? Bir Mevlid daha yazılabilir mi? Bin tane Sinan edâlı mimarımız bile bir Süleymaniye daha yapabilir mi? Bu nesil ne eski edebiyatını ne de destanlarını biliyor. Bir ufak tepecik için bir milletin göçüne sebep olan “Göç Destânı”nı bilmeden, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”ı nasıl anlar? Ergenekon ve Bozkurt Destanı’nı bilmeyenler vatansızlıktan vatana, berzahtan kurtuluşa esprisini nasıl değerlendirebilir? Kür Şad ve kırk çerisini bilmeyen Ulubatlı Hasan’ı efsane sanmaz mı? Bağdat Destanı’nı bilmeyen, kelle koltukta üç gün savaşan bıyıkları terlememiş şehitler serdarı genç Osman’ı duymayan, Fırat Kalkanı, El Bab, Afrin ve İdlib şehitleri için nasıl gözyaşı döker? İşte bunları nesilden nesile intikal ettiren kalemdir, millî lisandır. Asırlar ötesinin sisli ufuklarından bize ders veren Kutadgu Bilig sahibi Yusuf Has Hâcib bu gerçeği şöyle ifade etmiş; “Yurdu olan onu kılıçla almıştır-Tutan onu kalemle tutmuştur.” Balzacın Paris’teki heykelinin kaidesinde şöyle bir yazı vardır: "Napolyon’un kılıçla yapamadığını Balzac kalemle yapmıştır.” Kayıp nesil 19. asrın başlarından beri vardır. Giden değerleri bir daha elde etmek mümkün değildir. Kitabeler bize cevap vermez olmuş… Kabirler torunlarının selâmını duymuyor, çünkü torunları -eğer yapıyorlarsa- dedelerinin ruhlarına para vererek Kur'ân-ı kerîm okutturuyorlar… Kütüphanelerde eski eserler, ejderhâların koruduğu tılsımlı hazineler gibi, yanlarına yanaşmak zor… Câmilere giren turistler kubbe ve duvarlardaki hat şâheserlerine nasıl bakıyorsa kayıp nesil de öyle bakıyor… Ne yazık ki şanlı tarihimize ve mübârek ecdadımıza yabancı, hattâ düşman olduk, daha doğrusu düşman edildik. Konumuza uygun düşen Rıza Tevfik’in Edirnekapı’daki Mihrümah Sultan Camii için yazdığı ağıt şiiri hatırlamakta fayda vardır:                                                  HARÂB MÂBED             Vardım eşiğine yüzümü sürdüm        Etrâfını bütün dikenler almış             Ulu mihrâbında yazılar gördüm         Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış               Batan güneşlerin ölgün nigâhı           Karartıp bırakmış o kıblegâhı             Mazlûm bir ümmetin baht-ı siyâhı      Vîrân kubbesinde gölgeler salmış                                                                                                                                                              İslâm’ın bahtiyâr bir zamânında         Âb-ı hayât varmış şadırvânında             Şimdi harâb olan sâyebânında          Dem çeken kuşların ömrü azalmış               Âyât-ı hikmet var kitâbesinde            Bir ders-i ibret var hitâbesinde             Bâğ-ı cennet olan harâbesinde         Tekbîr sadâları artık bunalmış                         Hey Rızâ secdeye baş koy da dinle  Taşlar dile gelsin senin derdinle             Efsâne söyleyim ağla hem dinle        O şerefli mâzî meğer masalmış            Gelecek yazımızda aynı konuya devam etmek ve buluşmak üzere esen kalınız efendim...  
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.