ANSIZIN

A -
A +

İşler karışdı. Elbet toparlanır. Endîşeye gerek yok. Dünyada devlet vasfını taşıyan sayılı yapı var. Tarihde de böyleydi. Gerçek güçler sükûneti muhâfaza eder, isbât yarışında olanlarsa yaygara yapardı. Gel gör ki işin künhüne yabancı olanlar bu velvelenin ilânihâye süreceğini zannederdi. Hâlbuki her şey aslanın vereceği karâra bağlıydı. Ba’zısı topla ba’zısı topun rüzgâriyle yıkılırdı. Ve her dâim zafer İslâm’ın olurdu. “El muzaffer dâimâ” tuğraya habs olmuş bir ifâde değildir. Anlamamak mâzîyi değil hâli küçültür…

Bugünki günde coğrafya dereler ve göllerin ezberlendiği bir hüviyyete büründü. Daha doğrusu bu kısırlığa “coğrafya” denir oldu. Bin cihetden ne ma’nâya geldiği unutuldu. İctimâî, iktisâdî, askerî zayıflık boynumuzu bükdü. Aslında hâdise şu: İstiklâlimizi kaybetmiş olmanın verdiği ruh hâli bizi biz olmakdan çıkardı. Ufaladıkça ufaladı. Nihâyet şecaat arz ederken sirkatin söyler duruma düşdük. Hamâsî konuşmalarımız bile korku dolu. Mes’elenin acı tarafı hemen hiç kimsenin olup biteni görememesi. Davuldan çıkan sesin titremenin mahsûlü olduğunu acabâ ne zaman fark edeceğiz?

Belki de bu titreme bir kısım zevâtın elini ayağına dolaşdırdı. Ba’zıları eğitimde çağ atlamakdan bahseder oldu. Ne diyorlar: “Bizim petrolümüz, doğalgazımız, elmas madenimiz yok ama elmasdan değerli bir eğitim sistemimiz var.” Gâlibâ çocuklarımızı dört beş şıkka mahkûm eden ucûbeden bahsediyorlar. Dîn-i mübîni yıkma yolunda şer cebhesinin mühim bir ismi olan Hasan Âlî Yücel’in sitâyişle anılması da ayrı bir skandal.

Rahmetli nenemin bir masalını hatırladım…

İşi titreme olmakdan çıkarmak zorundayız. Anahtar yine tarihde. Buyurun bu def’a Osman Turan vâsıtasıyla Selçukludan gidelim. Necmeddin Râzî Sultan Alâüddîn vesîlesiyle konuşuyor: “Müslimânlar emniyyet, âsâyiş ve huzûru Selçuklu hânedânının mübârek sancağı gölgesinde buldu. Bu dindâr pâdişâhlar zamânında yapılan medreseler, zâviyeler, kervansaraylar, hastahâneler, köprüler ve başka hayır müesseseleri hiçbir devirde vücûda getirilmemiş; âlimlere, zâhidlere ve halka gösterilen himâye ve şefkat, girişilen gazâlar ve kazanılan zaferler hiçbir zamanda vukû bulmamışdır. Bu husûs o kadar ma’lûmdur ki tafsîlâta lüzûm yokdur. Müslimânlar bu mübârek hânedâna duâ ve senâ ile meşgûldürler.” Bu netîcenin geri planında yatan sırrı da Celâleddin Karatay açıklasın: “Leğen emîri sıfatiyle on sekiz sene sultânın hizmetinde bulundum. Gecenin üçde birinden fazlasını yatağında geçirdiğini hatırlamıyorum. Onu geceleri Kur’ân-ı kerîm okumak, namaz kılmak, duâ etmek ve çalışmakla meşgûl görürdüm.”

Kanije kahramânı Tiryâki Hasan Paşa’nın zaferden sonra hatt-ı hümâyûn karşısında ağlaması bize çok şey anlatıyor. O hâdiseyi düşünerek “bir gece ansızın gelebiliriz”i ma’nâlandırmaya çalışıyoruz. Gözyaşı dökmesek de hüzünlüyüz. Zîrâ bu coğrafya bizim. Anadolu’ya sıkışıp kalsak da bizim…

Yetiş yâ Sultân Selîm!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.