MİLLÎ

A -
A +
Aklı dışarıda aramaya devâm ediyoruz. Bilhassa kalem ehli satırlarının arasına necis isimleri almadan yapamıyor. Niye satırlarının arasına diyoruz? Zîrâ kompleksli görüntüsü vermemeleri gerekiyor. Çok zengin bir hanımın detaymış gibi görünen yüzüğü gibi. Aslında bütün senaryo o yüzük için yazılmışdır…
 
Eskiden her adımımız ihtiyâca binâen atılırdı. İhtiyâc yoksa adım da yokdu. Bu sebeble az yer, az uyur, az konuşurduk. Her türlü aşırılıkdan uzakdık. Sultân Selîm giyimini mübâlağalı bulduğu oğluna okkalı bir cümle kurmuşdu. Elbette söyleyen de dinleyen de ârifdi. Bugün o tarz cümleler muhtemelen hiçbir işe yaramaz. Alıcı da verici de nâkıs. Osmanlı olma yolunda daha çok ekmek yememiz lâzım. Son devrin hastalıklı günleri emsâl teşkîl etmez. Bakacağımız yer haşmet asırları. Cümle âlemin etek öpmek için eşiğimizi aşındırdığı yüz yıllar. Orada yedi sülâlemize yetecek akıl var. Keferenin kapısında dilencilik yapmamız yersiz. Üstelik küfür ehlinde böyle bir hazîne yok. İlimden bahsetmiyoruz. Onu Çin’de de olsa alacağız. Millî reçeteler yazmamız îcâb eden mevzûları kasdediyoruz. Bunlarda titrekliği bırakmalıyız. “Ben böyle düşünüyorum. Nitekim Hans da aynı kanâatde. George’un fikri de bizimkinden taşra değil” pespâyeliğini anlatmaya çalışıyoruz.
 
İyi de bu başlıklar hangileri? Teker teker sayıp ta’kîbâta uğramayalım. Kısa ve şaşmaz bir formül yazalım: Osmanlıdan sonra hayâtımıza din düşmânları vâsıtasıyla giren her şeyi birer birer ayıklamamız gerekiyor. Sivil resmî demeden! Tabîî sonunda hepsini geldiği çöplüğe göndermeyeceksek bu ameliyyenin bir ma’nâsı kalmaz.
 
Yeryüzüne adâlet dağıtdığımız günlerdeki rûha dönmek zorundayız. Ne var ki altını doldurmadan atacağımız her adım ebter kalacakdır. Bununla berâber işin kafada başlaması lâzım. Zafer de hezîmet de evvel emirde orada şekilleniyor. Tevekkül olmadan hiçbir şey olmaz. Muzafferiyyeti ordu kazanmayacak, Allahü teâlâ bahşedecekdir: “Her hâlde Hakk teâlâ hazretine sığınan gâlibdür, leşker çokluğu fâide virmez” En mu’teber Osmanlı kaynaklarında kerâmetleri anlatılan Fâtih gibi olmalıyız: “Bünyâd-ı eyvân-ı dîn-i mübîn-i Muhammedî’nün ve şer’-i sâbitü’l-asl ü nâbitü’l-fer’-i Ahmedî’nün te’yîd ü teşyîdinde ol Mehdî-i ‘ahd bezl-i cehd etmişdi; hadd-i hadîd-i hüsâm-ı pür-be’s-i sedîdle ahkâm-ı İslâm’a bir vechle ihkâm virmişdi ki ihtimâl-i ihtilâl ve evhâm-ı insilâm getmişdi.”
 
Dedelerimizin şer’-i şerîfe bağlılıkları binânın taşıyıcı sistemini teşkîl ediyor. Erâzil takımı her şeyi söyleyebilir. Hiçbirinin zerrece ehemmiyyeti bulunmuyor. Osmanlı bir İslâm devletiydi ve şerî’ate gönülden bağlıydı. Öyle ki onun memleketleri şereflendirdiğine inanıyordu: “Memleket-i Rûm ki, memâlik-i İslâm arasında icrâ-yı kavânîn-i şer’-i nebevî şerefiyle cümleden mümtâz ü güzîn olub bedende re’îs-i a’zâ menzilesinde vâki’ olmuş idi.”
 
Hâsılı ba’zılarının kafası karışık. Aşağılık kompleksi hücrelerine kadar işlemiş. Bu hâldeyken millîliğin semtinden geçemezler. İşgâl altındaki beyinler nasıl olacak da böyle bir adım atacak? Bu ancak rü’yâda olur.
 
 “KAFALI” olmakla “KOCA KAFALI” olmak arasında ince bir çizgi var vesselâm!
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.