Sporsuz ev günleri ve gerçekleri!..

A -
A +

65 yaş üzerinde olunca, “evde zaman geçmek bilmiyor”; TV seyret, kitap oku, internete gir; gazetelerde ufuk turu yap, Türkiye’ye spor yaz, Gözlem’e “gündemdeki konular” ile görüşlerini yaz, bahçe ile uğraş, eşim Özay Hanım’a yardım et, hatta sabah kahvaltısı için “acemi pişisi” yap; tamam da “bunlar insanın her gününün 16 saatini” doldurmuyor. Salonda ve bahçede volta atarak “kilo almayı önlemeye çalışmak” da dâhil; 12 saati ancak dolduruyor!..
Ne yapıyoruz; günün kalan 12 saatin yarısını uyku, yarısını “koronavirüs” dolduruyoruz; bu “görünmeyen” virüsle ilgili internet yazışmaları, telefon konuşmaları, ev tedbirleri, alışveriş çeşitlemeleri, getirenlerden korunma gayretleri vs…
Martın yarısından Nisan’ın 20’sine kadar “bu stabil hayat” insanı psikolojik olarak yıpratmıyor değil; ama “yaşamak ve yaşatmak için” başka çaremiz yok; öyleyse devam!..
Amma, bu süreç içinde “hoşça vakitler geçirdiğim” bölümler var. Benim, unutulmaz dostlarımdan, Ankara’daki spor yazarlığı günlerimde haftanın en az dört günü beraber olduğum zamanın Beden Terbiyesi Genel Müdür Yardımcısı rahmetli Gültekin Çeki’nin unutulmaz bestesi “Eski Dostlar” şarkısına yakışan bölümler…
Evet, kardeşlerim, akrabalarım, meslektaşlarım, dostlarım, arkadaşlarım ve de hele hele gözlerimi nemlendiren “eski” dostlarım arıyor (84 yaşında olmanın avantajı); “hâl hatır ve sağlık sormalardan” sonra, sohbet ediyor, eski günleri anıyor, bol bol kahkaha atıyor, birkaç dakika da olsa koronavirüsü unutuyoruz.
Geçen cuma günü, İstanbul’dan “en baba” dostlarımdan biri, ülkenin en büyük aile holdinglerinden birinde uzun yıllar üst düzey yöneticilik yapmış ve emekli olmuş Güven Osma aradı. İyi Galatasaraylıdır, futbol meraklısıdır ve de tam bir gurmedir; hem yiyen, hem de pişiren. İstanbul’daki “yalnız” hayatını, Galatasaray’la, futbolla, dostlarıyla doldurmuştur.
Gene futbol ve Galatasaray üzerine konuşurken, birden “Bu koronavirüs illetinin bir şeyi bana yaradı. Maçlardan sonra seyretmek zorunda kaldığım futbol programlarından kurtardı beni. Artık maçlar yok, hiçbirini seyretmiyorum ve gerilmekten kurtuldum. Hele TRT’nin bir üçlüsü var ki, benim sinirlerimi diken diken ediyordu. Şimdi sinirlerim dinleniyor” deyiverdi.
“Hangi üçlü” olduğunu sormadım bile. Zira “hangi üçlü olduğunu” ben de çok iyi biliyordum ve yazmıştım.
Sonra devam etti; “Maçların sonrasında Erman Toroğlu en ilgi ile izlediğim yorumcudur ama çok sert konuşuyor, hakaretler yağdırıyor, bence ona yakışmıyor. Bir zamanlar kendisinin de hakemlik yaptığını unutuyor. O zaman ‘kendisine söylenmemesini istediği’ sözleri hakemlere nasıl yakıştırıyor, anlayamıyorum; yapmamalı.
Bir de ‘Ben neler biliyorum, söylersem birileri duman olur’ gibi sözleri var ki, işte o da olmuyor. Ne biliyorsan söyle kardeşim. Söyleyemeyeceksen de hiç bahsetme!..”
Güven kardeş, bu sözlerinde de haklıydı. Gazetecilikteki hocalarım da bana, “yazamayacağım şeyleri, yazamama bahanesinin arkasına saklanarak, ‘Ben biliyorum ama yazamıyorum’ diyerek geçiştirmemem gerektiğini” öğretmişlerdi. Bugüne kadar bu öğretiye ihanet etmemeye” dikkat ettim.
Gençliğimde “hırsıma kapılarak gaflet içinde bu hataya düştüğüm” de oldu, ama “yaptığıma, yapacağıma pişman olmam” da gecikmedi, sonunda tövbe ettim.
Anlamıştım ki; “tiraj, reyting, ego hırsı” hiçbir zaman gazetecilik ilkelerinin önüne geçmemelidir.
Çok teşekkürler sevgili Güven, bana “bu görüşlerimi yazmak fırsatını” verdiğin için!..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.