Nefsine güvenen pişman olur!..

A -
A +

İnsan, bir iş yaparken, ya kendine yani nefsine veya nefsin de sahibi, yaratanı olan Allahü teâlâya güvenir. Nefsine güvenen, kendini beğenir, bencil, egoist ve kibirli olur. Allahü teâlâya güvenen ise, tevekkül sahibi ve mütevazı olur. Nefse güvenmek, mantık ilmine de aykırıdır. Çünkü, bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün manâsı kalmaz. Dinimiz, bir kimsenin, bilgisi, kabiliyeti ve çalışması ile kendinde bir güven bulunmasını reddetmiyor. Zira bu güven olmazsa, kişi, başkalarına muhtaç olur ve zillete düşer. Nefse itimat, kimsenin yardımına güvenmeyerek, fazla çalışmak anlamında kullanıldığı zaman, mahzuru olmaz. Çünkü, tevekkül de, böyle çok çalışmayı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve tevâzû ile süslüyor. Ve böylece tevekkül, nefse itimattan beklenilen faydayı, daha edebli ve daha kıymetli olarak temin ediyor. Dinimiz, kişinin sahip olduğu meziyetleri, kendinden yani nefsinden bilip, nefsine güvenmesini reddediyor. Çünkü insandaki ilmin, çalışmanın ve her türlü kabiliyetin esas sahibi, Cenab-ı Hakdır. Nefsine güvenen, Yaratana değil, kendisi gibi yaratılmış bir varlığa güvenmektedir. Kendisi muhtaç olan bir varlık, nerede kaldı ki başkasına himmet, yardım etsin!.. İnsan, elbette bir şeye güvenecektir. Çünkü güven, insanı huzurlu kılar ve başarıya götürür. Ama bu güvenmek nereye olmalı? Nefse mi yoksa, nefsin de sahibi olan Allahü teâlâya mı? Herkes kendini yani nefsini üstün bilir. Başkasının yumruğunu yemeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhûrdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeblere elden geldiği kadar yapıştıktan sonra, nefse güven yerine Allahü teâlâya güvenerek üstünlük aramalıdır. İki taraf da Allahü teâlâya güvenince, haksız olan, hakkı kabul eder. Aksi halde kavga olur. Adaletin kalkmasına sebep! Allahü teâlâya güvenen, Rabbim bana yardım eder, çünkü, ben haklıyım derse, rahat eder ve kazanır. Fakat, nefsim bana yardım eder, çünkü ben haklıyım derse, kavga eder, yalnız kalır ve kaybeder. Çünkü, haksız olan egoistin nefsi, dahâ çok ister ve dahâ azgın bir şekilde karşı tarafa saldırır. Bu hal ise, güçlülerin zayıfları ezmesine, onlara zulmetmesine ve adaletin ortadan kalkmasına sebep olur. Allahü teâlâya güvenmek, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Allahü teâlânın lutuf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle güvenmesi, O'na inanması ve O'nunla râhat etmesidir. Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekten çekinmemesi, iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmaya cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz. Âl-i İmrân sûresindeki; Allahü teâlâ bize yetişir... (Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlindeki âyeti kerimenin manasını iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar, O'ndan başkası birşey yapamaz diyen, Cenab-ı Hakkın ilminde, kudretinde noksân, kusûr olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına itimat ederek tedbîre, sebeblere yapıştığı halde, bunlara değil Cenab-ı Hakka güvenir. Rızık takdîr edilmiş, ayrılmıştır, sebeplerine yapışınca ve vakti gelince bana ulaşır der. Bazı kimseler, ilmen bunları bilir ve inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîtsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, birşeye inansalar da, tabiatleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi olur. Meselâ, tatlı yerken, başka biri tatlıyı pis bir şeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine yiyemez. Yine böyle kimseler, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemeyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şüphe kalmaz. İtimâd ve râhatlık tam olmadıkça, tevekkül, güven de tam olmaz. Çünkü tevekkül, kalbin, her işte, Allahü teâlâya itimât etmesi, güvenmesi demektir. "Hayırlı ise olsun" demelidir Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, "Hayırlı ise olsun" demelidir. Kısacası, Allahü teâlâya güvenen, O emrettiği için sebeplere yapışan ve bu sebeplere tesir ihsan etmesi için dua eden, huzurlu olur, kazanır. Nefsine güvenen ise, bencil, egoist, kibirli olur. Kendisi rahat edemediği gibi başkasını da huzursuz eder ve kaybeder.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.