Padişahım nereye gidiyorsun?

A -
A +
Geçen hafta Cuma Divanı köşemde uzunca anlattığım üzere II. Mahmud Han’ın vefatı çok büyük şüpheleri barındırdığı hâlde ne gariptir ki tarihlerimizde hiç irdelenmeden hastalık denilerek geçiştirilmiştir. Hâlbuki hastalığının nüksetmesi ile birlikte bir taraftan doktorları bilinçli olarak yanından uzak tutulurken bir taraftan da yine doktorlarının koyduğu teşhis ve tedavi usullerine değer verilmemiştir. Doktorların sonradan şiddetle eleştirdikleri bu şüpheli kararların merkezinde hep Hekimbaşı Abdülhak Molla olmuştur!.. Hekimbaşı, aynı zamanda Padişah’a yapılan iftiraların da kaynağı durumundadır. O, bu konuda muhtemelen yalnız da değildi. Osmanlı merkezinde, Londra’da bulunan Reşit Paşa’yı ve İngiliz hükûmetini günü gününe bilgilendiren bir cunta mı vardı? Bilhassa Baltalimanı Ticaret Anlaşması’yla başlayan devre böyle bir cuntanın varlığını gösteriyordu. Neticede vefatından önceki son beş ayında yaşananlar padişahın büyük bir komploya kurban gittiğini ayan beyan ortaya koymaktadır. Ancak talihsiz padişahı burada da bırakmadılar. Gözden ve gönülden düşürebilmek ve belki de yaptıkları komploları yok edebilmek için her marifeti sergilediler. Bilhassa halkın kendisini güya “Gâvur Padişah” diye andığını, sabah akşam aklına gelen her türlü içkiyi içtiğini ve dine karşı lakayt olduğu tezlerini yaymaya çalıştılar. Nitekim bu yönleri ve Yeniçeri Ocağını kaldırması hasebiyle vefatı sırasında güya büyük bir kargaşa bekleniyordu. Bazı yabancı kaynaklarda, padişahın yaptığı reformlar dolayısıyla rahatsız olan halkın ayaklanmasından çekinilerek iki gün gizlenip 1 Temmuz’da ilan edildiği yazılmıştı. Bazıları ise İstanbul’da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa lehine tertipli veya kendiliğinden meydana gelebilecek bazı faaliyetlerden korkulduğunu beyan etmişlerdi. Bütün bu söylentiler de bir İngiliz tertibi mi idi? Zira Padişah'ın vefatıyla birlikte ülkede ciddi sıkıntıların ortaya çıkacağı haberler hep İngiliz menşelidir. Nitekim İngilizlerin İstanbul Sefiri Ponsonby, 5 Haziran tarihli bir yazısında Padişah'ın ölümü durumunda ülkenin büyük zorluklar ve tehlikelerle karşı karşıya kalabileceğini işaret etmişti. Hâlbuki gerçekler bambaşka çıkacaktı ve bu söylenenlerin aslı astarı olmayacaktı. Halkının, büyük ülkücü ve dindar padişahı ne kadar sevdiğini cenaze merasimi gösterecekti. Kaynaklarda şöyle nakledilmektedir: “Hırka-ı saadet dairesi önünde yıkanıp kefenlenen padişahın naaşı Babüssaade önüne hazırlanan musalla taşına konuldu. Burada Padişah'ın birinci imamı Nuri Efendi’nin imametinde cenaze namazı kılındı. Sonra cenaze alayı saraydan çıkarak padişahın defnini vasiyet ettiği kız kardeşi Esma Sultan’ın Divanyolu’ndaki sarayı arsasına doğru hareket etti. Gerek Müslüman gerek Hıristiyan ve gerekse Yahudi, bütün İstanbul halkı merhum Padişah'a son görevlerini yerine getirmek üzere büyük bir üzüntüyle yol boyunca birikmişti...” Vakanüvis Lütfi Efendi de, cenaze merasiminde halkın duygularını şöyle nakletmiştir: “O gün Ayasofya tarafına gittik. Bâb-ı Hümâyûn’dan türbe-i şerif mevkiine kadar kadın ve erkek her sınıf ahali ile Sultanahmed ve Ayasofya sokakları hıncahınç dolmuştu. Üzüntü ve keder feryatları asumanı tutmuştu. Caddenin bir yanında kadın ve çocuklar, diğer yanında ise erkekler sıralanmıştı . Binlerce kişi tabutu birkaç adım taşıyabilmek için birbiriyle yarıştı. Halk elem ve keder içerisinde tekbir ve tehlillerle padişahın cenazesini uğurluyordu. Bu muazzam tablo tam kırk yedi yıldır gözümün önünden gitmemiştir. Binlerce halkın bir araya gelerek 'Padişahım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun' deyü vaki olan feryatları göklere ağmıştı...” Aslında şu ifadeler II. Mahmud Han’a karşı halkının büyük muhabbetini göstermesi yanında hakkında yürütülen iftiraların sinsi ve maksatlı bir projenin ürünü olduğunu yansıtmaktadır. Sonradan halkın güya "Gâvur Padişah” diye andığı hezeyanını atanlar, bu büyük Osmanlı Padişahını aslında milletinin “Keramet sahibi bir veli” olarak andığını bir türlü görmek istememişlerdir. Bu proje faaliyetler darbe ile tahtından alaşağı edilen vatan ve millet sevdalısı diğer padişahlar üzerinde de aynı şekilde uygulanmaya devam edecektir.   II. Mahmud Han’ın dinî hassasiyeti...   Öte yandan düşmanları tarafından sabah akşam içki içirilmeye çalışılan padişahın dinî hassasiyetlerini de bilmek yerinde olacaktır... Kaynaklardan ve icraatlarından anlaşıldığına göre II. Mahmud Han İslamiyet’e tam bağlıydı. Dinî hassasiyetleri yüksekti. Şeriatın emirlerinin mutlaka uygulanmasını isterdi. Çıkarttırdığı fermanlarda memleketinin her yerinde beş vakit namazda cemaate devam edilmesini emrederdi. Kendisi de namazlarını hiç aksatmazdı. Hatta ağır hasta iken, Çamlıca’da kız kardeşinin köşkünde fenalaştığında, “Beni bir camiye kaldırın da, orada vefat edeyim” demiştir. Yeni teşkil ettirdiği "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" ordusunda dinî vazifeler büyük bir hassasiyetle yerine getiriliyordu. Her birliğe cemaatle namaz için birer tabur imamı ve dinî meseleleri için alay müftüleri tayin etmişti. İmam-ı Azam’ın büyük talebelerinden İmam Muhammed’in harb hukukuna dair Siyer-i Kebir kitabını Türkçeye tercüme ettirmiş; askerlere kışlalarda mutlaka okunmasını emretmiştir. Padişah halkın da dinî meselelerde cahil kalmasını istemiyordu. Es’ad Efendi’nin yazdığı Dürr-i Yektâ isimli Türkçe ilmihali bütün şehir, kasaba ve köylere yollatmıştı.  Diğer taraftan Padişah yeni süvari birliklerinin teşkili esasında, uzun bir müddet Râmi Kışlası’nda kalmıştı. Kaynaklara göre o, bu dönemde her geceyi başta kışla câmii olmak üzere, Eyüp, Davud Paşa, Topçular gibi camilerde zikir, dua ve ilim sohbetiyle geçirmiştir. Padişahın tarikat ehline karşı büyük bir rağbeti vardı. Başlangıçta amcazâdesi Sultan III. Selim’in tesiriyle Mevlevî muhibbi idi. Daha sonra ise ağabeyi Sultan IV. Mustafa gibi, Nakşibendî tarikatına girerek, Yahya Efendi Tekkesi Şeyhi Mehmed Nuri Efendi’ye bağlanmıştır.  II. Mahmud Han’ın Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbeti vardı. Mevlevihaneleri sık sık ziyaret ederdi. Padişahların bir Mevlevîhâneyi ziyaret haberi gelince, dergâh mensuplarının bütün mevcutları ile saf bağlayıp karşılamaları usuldendi. Yalnız Şeyh Efendi cümle kapısına kadar gelir ve teşrifatı içeriden takip ederdi. Padişahı da binanın içinde karşılardı. II. Mahmud devrinde henüz genç olan Şeyh Osman Efendi ise yeni posta oturduğu günlerden bir gün, bu hakanî ziyaretten çok mütehassis olmuş olmalı ki, gençliğinin tesiriyle olacak, manevî otoritesinin icabını unutarak cümle kapısından dışarı çıktı ve Padişah’ın arabasına doğru ilerledi. Fakat Padişah, hükümdarlık gururundan üstün tuttuğu manevî haysiyetin bu suretle ihlalinden hiç de memnun olmamıştı yanındakilere dönerek; “Eskiden böyle bir usul yoktu. Şeyhler bizi cümle kapısının içinde karşılarlardı. Acaba biz mi çok büyüdük, onlar mı çok küçüldü?” demek suretiyle manevî makamı beşerî mevkie üstün tuttuğunu bir kere daha tarihe karşı ikrar etmiştir. II. Mahmud Han’ın dinî yününe vatan ve devlet şuurunu yansıtan bir gazeli ise şu şekildedir:   Yâ Resûlallâh bu abd-i âcizindir pür-kusûr Afv ile cürmüm kerem kıl nusrete lutf-ı vüfûr   Eyle âciz ümmetine kıl şefâat serverâ Kasdı hıdmetdir ider sâyende elbette zuhûr   Ümmet-i merhûmeyi adâya gâlib olmağa Kıl şefâat dergeh-i Hak’dan ilâ yevmi’n-nüşûr   Âcizim ey pâdişâh-ı mürselîn ü enbiyâ Merhamet kıl ‘Adlî’yi bu veçhile kıl pür-sürûr   Ey Habîb-i Kibriyâ ey pâdişâh-ı pür-vefâ Düşmeni makhûr kıl bed-hâh-ı dîni eyle kûr   Bu yüce, kudretli, Türk devletini ve milletini hâkim kılabilmek için yoğun mesai harcayan, büyük ülkücü Türk hakanını içkici ve sarhoş yansıtabilmek için çırpınanlar, onun şu dinî hassasiyetlerine de biraz vâkıf olabilselerdi. Herhâlde utanırlardı…     TEFEKKÜR   Fâriğ ol mihnet evidir çün hakikatde cihân, Kime açıldı belâ dârında rahat kapısı...
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.