ABD Venezuela için pazarlık yapar mı?

A -
A +
Venezuela’da yaşananlar birçok uluslararası ilişkiler uzmanına Monroe Doktrini’ni hatırlatıyor. 1823’te dönemin ABD Başkanı James Monroe ABD Kongresi’ne sunduğu yıllık mesajının bir bölümünde Güney Amerika gelişmelerine de değinmişti. Özetle Monroe, Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin Güney Amerika’da bağımsızlıklarını kazanan ve büyük ölçüde ABD kurumlarını örnek alan devletlere müdahale etmemesi, ABD’nin de Avrupa işlerine karışmaması gerektiğini söylüyordu.
Bu doktrin uzun yıllar boyunca iki şekilde uygulandı. Birincisi, ABD İspanya başta olmak üzere Avrupa devletlerinin Güney Amerika’daki etkisini kırmaya ve bu alanı kendi “arka bahçesi” hâline getirmeye çalıştı. Hatta bu uğurda 1898’de İspanya ile savaştı. Doktrin’in ikinci uygulanma şekli ise, ABD’nin Avrupa ihtilaflarına taraf olmaması ve kalıcı askerî ittifaklara girmemesiydi. Bu ikincisi, 1945’ten sonra ortadan kalktı. ABD’nin 1949’da NATO’yu kurmasından itibaren, ABD askerî ve siyasi açıdan Avrupa işlerine müdahil oldu. Monroe Doktrini’nin hedefi ise hiçbir zaman ortadan kalkmadı. Aksine neredeyse her ABD Başkanı’nın ilk üç dış politika önceliği arasında Güney Amerika’yla ilişkiler konusu yer aldı. Kimi ABD Başkanları, Theodore Roosevelt örneğinde görülebileceği gibi, doğrudan müdahaleciliği benimsedi. 1934’e kadar süren bu döneme literatürde Muz Savaşları ya da Meyve Savaşları dönemi adı verilir. Kimi yönetimler ise, Franklin D. Roosevelt ve John F. Kennedy örneklerinde görülebileceği gibi, daha yumuşak müdahale araçlarını benimsediler. Nihai amaç ABD’nin çıkarlarını korumak olmakla birlikte, “ortak kalkınma”, “yoksullukla mücadele”, “ekonomik yardımlar” gibi kavramlar üzerinden Güney Amerika’ya müdahale devam etti. Ama yeri geldiğinde askerî seçeneği kullanmayı da ihmal etmediler. Başarısızlıkla sonuçlanan Kennedy’nin Küba’ya yönelik Domuzlar Körfezi harekâtı bunlardan biridir.
SSCB ile küresel bir ideolojik mücadelenin kıran kırana sürdüğü yıllarda ABD’nin kullandığı Güney Amerika’ya müdahale yöntemlerinden biri de, kendi politik hedeflerine uygun hareket etmeyen yönetimlere karşı askerî darbeler düzenlemekti. Guatemala’dan Şili’ye, Brezilya’dan Arjantin’e birçok Güney Amerika ülkesinde sırf ABD yanlısı yönetimler iktidara gelebilsinler ya da iktidarda kalabilsinler diye demokrasi karşıtı eylemlere destek verildi.
ABD yönetimleri, söz konusu olan Güney Amerika olduğunda büyük oranda kendi tutumlarından taviz vermediler ve başka hiçbir güçle pazarlığa oturmadılar. Bunun istisnası 1962’deki Küba Krizi’dir. Krizin çözümü için ABD ve SSCB’nin, Türkiye ve Küba üzerinden pazarlık yaptıklarını bugün net olarak biliyoruz. Küba Krizi’ni diğer Güney Amerika gelişmelerinden farklı kılan, ABD’nin buradaki restleşme sebebiyle kendi topraklarına bir nükleer saldırı yapılma ihtimaliyle ilk kez yüz yüze gelmesiydi. Böyle bir tehdit bir daha hiçbir hadisede yaşanmadı.
ABD’nin 1823’ten bu yana sürdürdüğü çizginin bize öğrettiği dört temel husus var:
Birincisi, ABD dünyanın başka yerlerindeki çıkarlarından farklı olarak, söz konusu Güney Amerika olduğunda bunu hayati bir çıkar olarak kabul ediyor ve kolay kolay hiçbir devletle pazarlık masasına oturmuyor. Bu noktada, uluslararası hukuktan ya da uluslararası örgütlerden değil, kendi iç hukukundan destek almaya çalışıyor. Yani Güney Amerika’yı kendi iç işi olarak gördüğünden, uluslararası hukuktan bir dayanak bulma ihtiyacı dahi hissetmiyor.
İkincisi, ABD’nin Güney Amerika’daki bir çıkarı için başka bir küresel güçle pazarlığa oturmasının tek sebebi, kendisine doğrudan ölümcül zarar verebilecek bir gelişmenin ortaya çıkma ihtimali. ABD’ye yönelik yıkıcı bir saldırıyı önlemek dışında, Washington yönetimlerini pazarlık masasına oturtabilecek bir örnek yok. Dolayısıyla, diğer bir küresel gücün Güney Amerika’da ABD’nin nüfuzunu kabul etme karşılığında, dünyanın başka bir yerinde ABD’den taviz koparabilme pazarlığını sürdürebilmesi çok kolay değil.
Üçüncüsü, ABD Güney Amerika ülkelerine yaptığı müdahalelerle kısa vadeli bazı kazançlar elde ediyor. Fakat uzun vadede ortaya çıkan sonuçlar aslında ABD halkının çıkarlarına zarar veriyor. Mesela, ABD müdahaleleri olmasaydı belki de kendi alanında demokratik tecrübeleri yaşayabilecek ve kendi doğal kaynaklarını halklarının refahı için kullanabilecek ülkelerde, müdahaleler sonucunda siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, kaynakların verimsiz kullanımı, işsizlik, yoksulluk, yüksek suç oranı gibi problemler ortaya çıkıyor. Bu problemler sebebiyle ABD’ye göç artıyor, uyuşturucu ticareti ve diğer örgütlü suçlar ABD’yi de tehdit ediyor.
Dördüncüsü, uluslararası hukuku hiçe sayarak ve güce odaklı olarak yürütülen ABD’nin Güney Amerika politikaları, dünyanın başka yerlerindeki ABD karşıtlığını da körüklüyor. ABD’nin Orta Doğu’daki benzer tutum ve davranışları Avrupa’da çok büyük tepki görmezken, söz konusu Güney Amerika olduğunda, hem bu bölgedeki ülkelerin halklarının Avrupa’yla yakın bağları olması, hem Katolik olmaları, hem de küreselleşme karşıtı bir sol dayanışma üzerinden, Avrupa ülkelerinde ABD’ye yönelik eleştiriler artıyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.