Avrupa’nın mültecilerle imtihanı

A -
A +
Suriye krizi başladığından bu yana Avrupa Birliği’nin birinci önceliği çatışmadan kaçan insanların Avrupa’ya gelmesini önlemek. Arap dünyasına yayılan ayaklanmaların Tunus ve Mısır’da başlamasının hemen ardından, başta Kuzey Afrika olmak üzere, karışıklıkların yaşandığı ülkelerden AB ülkelerine akışının önüne geçmek için çeşitli tedbirler alan AB Konseyi, problemlerin köklerinde yatan sebepleri analiz edip, bunların çözülmesine katkı vermekten ziyade, sınırlarını nasıl koruyacağına yoğunlaşmıştı. Suriye meselesinde de benzeri şekilde davrandı. AB’nin mülteci politikasının sadece sınırlarını korumaya yoğunlaşmasının üç temel sebebi bulunuyor. Birincisi, AB’ye siyasal bir kimlik kazandıran Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen, Brüksel’in gerçek manada ortak bir dış ve güvenlik politikası oluşmadı. 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşmasına ve 2012’de foksiyonel hâle geldiği söylenen Lizbon Antlaşmasına rağmen, tüm ülkelerin ortak çıkarları doğrultusunda çalışabilen, etkili bir dış politika mekanizması yok. Dış politika ve güvenlik alanları ağırlıklı olarak üye devletlerin kendi millî egemenlik alanları içinde kalmaya devam ediyor. Az sayıda konu ortak alanda ele alınıyor. Çoğu konuda ise üye devletler kendi başlarına hareket ediyorlar. Böyle bir tabloda AB bir uluslarüstü örgüt karakteriyle, ne genel olarak Arap ayaklanmaları karşısında ne de özelde Suriye meselesinde ortak bir dil geliştirebildi. Bu bölgelerle tarihsel ve ekonomik sebeplerle, diğer üyelere nazaran daha fazla ilgili olan Fransa, İtalya, İngiltere gibi bazı ülkelerin kendi aralarında geliştirdiği gündelik çözüm önerileri AB’nin resmî politikası hâline gelemedi. Bugün "AB’nin Suriye siyaseti nedir?" diye sorulsa, en kısa ama en açıklayıcı cevap, "Başını kuma gömmek" şeklinde formüle edilebilir. İkincisi, AB ülkelerinin hemen tümünde yükselen aşırı sağcı ve yabancı düşmanı siyasal hareketler, üye ülke hükûmetlerinin ve AB’nin mültecilere olumlu yaklaştıkları şeklinde yorumlanabilecek adımlar atmalarını engelliyor. Zaten seçimlerde başarılı olabilmek için, merkez partilerin de bir süredir, aşırı sağın bazı kampanya söylemlerini benimsemeye başladıklarını görmüştük. Şimdi bu söylemlerin bazıları ister istemez söz konusu partilerin programlarına girmeye de başladı. Aşırı sağ, iktidara ortak olamadığı yerlerde bile yabancı karşıtı ve İslam düşmanı söylemleriyle varlık göstermeye başladı. AB siyasetinde son yirmi yıldır kronik hâle gelen lider yoksunluğu sebebiyle, mülteci ve yabancı karşıtı siyasetin, aslında AB’nin geleceğini yok edecek bir saatli bomba olduğu gerçeğinin kitleler tarafından görülmesine mâni oluyor. Üçüncüsü, Fransa ve Hollanda başta olmak üzere bazı AB ülkelerinde, yabancıların ve mültecilerin terör eylemlerinin artmasına sebep olabilecekleri inancı giderek yaygınlaşıyor. Elbette bu düşüncenin arkasında da aşırı sağın olduğu söylenebilir. Bu öylesine bir paranoyaya dönüşmek üzere ki, bazı ülkelerden gelen mülteciler neredeyse potansiyel terörist olarak görülüyor. AB’nin bir kültürler mozaiği olduğunu ve Avrupa değerlerinin zor durumda kalarak ülkelerinden kaçan mültecilere kucak açmayı gerektirdiğini savunanlar hem çok azınlıktalar hem de seslerini duyuramıyorlar. Brüksel’in mülteci politikası, Akdeniz’in on binlerce insana mezar olması sonucunu doğurdu. Bugün de Yunanistan güvenlik güçleri sınırda Suriyeli mültecileri öldürürken, AB makamları Yunanistan’la tam bir dayanışma içinde olduklarını dile getirerek, ileride daha fazla mültecinin hayatını kaybetmesine yol açabilecek akıllara ziyan bir duruş sergiliyorlar. Bu noktada, AB’nin Türkiye ile ilişkilerindeki tavrını da gözden geçirmesinin zamanının geldiği anlaşılıyor. Mülteciler konusunda Ankara ile Brüksel arasında sözleşmeler imzalanırken, Türkiye’nin atacağı adımlar karşılığında AB’nin de Türk vatandaşlarına vize uygulamasına söz vermesi öngörülmüştü. Türkiye sadece Suriye’den 3,5 milyon civarında düzensiz göçmeni ağırlarken, AB ne vizeleri kaldırdı, ne de mültecilere yardım için Türkiye’ye aktarmayı taahhüt ettiği fonları tam olarak aktardı. AB bugün de, sadece kara ve deniz sınırlarının güvenliğine odaklanarak eski hatalarını tekrar etmekle meşgul. AB’nin, mülteci probleminin çözümüne katkı yapmak istiyorsa üç adım atması lazım. Suriye’deki insani krizin sona ermesini hedefleyecek şekilde Şam üzerinde çok etkili bir baskı uygulaması; Suriye içindeki yerlerinden edilmiş halkın, ülkenin kuzeyindeki güvenli alanlarda yaşayabilmesi için Türkiye tarafından geliştirilen plana ekonomik ve siyasi olarak destek vermesi ve Türkiye ile ilişkilerinde kendi üzerine düşen taahhütlerini eksiksiz yerine getirmesi. AB’nin bu adımları acilen atmaması durumunda, mültecilerin Avrupa’ya geçişini sadece sınırlarını kapatarak engelleyebilmesi mümkün değil. Kaldı ki, mültecilere AB kapılarını kapatmaları, kendi taraf oldukları uluslararası sözleşmelere de açıkça aykırı.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.