Padişah, sofanın içinde ileri geri dolaşıyordu!..

A -
A +
Başta Emir Sultan, Süleyman Çelebi ve diğer zevat oldukça üzgün, başları önde mahcuptular.
 
Padişah’ın, kalbi yırtılacak gibi sızladı. Dizleri titredi. Gözleri buğulandı. Dimağı karıncalandı. Dudakları titremeye başladı. “Ne oluyor bana?” diyerek toplandı. “Lâ havle…” çekti. Sofanın içinde ileri, geri dolaştı. Burası geniş, mükemmel döşenmiş, şirin bir yerdi. Cam dolapların billurları içinde yanan mumların akisleri göz kamaştırıyordu. Koca murabba masanın kenarlarına karşı karşıya iki kıvrımlı sandalye konmuştu. Oturmak istedi. Sonra vazgeçti. Sıkıntıdan ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu. Çok asabı bozulunca hep böyle olurdu. Şanlı ceddinin kendine emanet ettiği bu memleketi, asil Türk milletini layık olduğu yere götürmeye niyetli, azimli, kararlıyken karşısına çıkan bu mesele kalbini yakıyordu. Hesapta olmayan bir şeydi. Kırk dereden, kırk su getirdi. O, şimdi köklü çözümler içindeydi bütün benliğiyle.
Evinin sultanı, refikası bir gölge gibi onu takip ediyor, sessizce kederini paylaşıyordu. Senelerdir aynı yastığa baş koyduğu, canından çok sevdiği erkeği, yuvasının ve memleketinin her şeyi Beyazıd Han’ın hâlinden ürküyordu. O sultan ki şarkta, garpta nice ordulara baş eğdirmiş, Türk’ün şanlı, şerefli tarihini kirletmemiş, lekelemek isteyenler de fırsat vermemişti. Evlatlarına iftiharla anlatılacak tertemiz bir miras, tarih defterlerine altın harflerle yazılacak ne destanlar bırakmıştı? Ne acılar görmüş, ne sıkıntılar yaşamıştı. İçinde bulunduğu durum kadar onu yıkan hiçbir şeye şahit olmamıştı. Biricik refikası canından çok sevdiği gönlünün ve devletinin sultanı etrafında pervaneydi. Onu bir an olsun mutlu etmek ve neşelendirmek için fırsat kolluyordu.
Hayat arkadaşının ne düşündüğüne aldırış etmeden, yüzüne dahi bakmadan yürüdü. Ak mermer basamaklardan inerken, ruhuna, vicdanına vurulmuş zehirli bir kılıç darbesi gibi inanılmaz bu acıyı bütün bedeninden hâlâ atamamıştı.
“Evet hiç şüphesiz, benim nezaketimi, seyyidlere olan düşkünlüğümü, onlara karşı düştüğüm bir hatayı tekrarlamayı göze alamayacağımı bilen fırsat düşkünlerinin bir mükafatıydı bu. Ulucami’nin kürsüsünden yalnız bana değil, bütün milletime karşı savrulan o cesurca küfürle, verdiğim imkânlara, yaptıklarıma teşekkür ediyordu herhâlde...” diye düşünerek teşrifatçıların arasından her zamanki gibi mermer havuzun başındaki yerini alan vezir, vüzera, ulema ve değerli ricalin yanına yaklaştı.
Başta Emir Sultan, Süleyman Çelebi ve diğer zevat oldukça üzgün, başları önde mahcuptular. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Koca Padişah Yıldırım Han, burnundan soluyordu.
Ayakta bekleyen beylerin, paşaların ortasında volta atar gibi bir ileri bir geri yürüdü. Neden sonra başını kaldırdı, etrafına baktı. Herkesi rahat görebileceği hâkim bir yere geldi. Oldukça duygulu olarak konuşmaya başladı;
- Muhterem Hocam Molla Fenâri, ulemâ-i kirâmdan ve kıymetli damadım Seyyid Emir Sultan Hazretleri, ulemadan Arap Molla, Şüera-i kirâmdan ve Ehibbadan Süleyman Çelebi, şüeradan Şahi ve Ahmedî, değerli Gazi Evrenos’um, adaşım Beyazıd Paşam, paşalarım, beylerim, muhterem pederimin sadık dostları, sizlere olan hürmetim malum-u âlinizdir... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.