“Sakın yalnız başına bir yerlere gitme Sultan'ım”

A -
A +
Kendini kötü şeyler düşünmemeye ikna edip, Doğan’dan en son ayrılışlarındaki anı düşündü Gülşah...
 
Yer yer hortumlar oluşturarak kuru yaprak, saman, çöp ve tozları gökyüzüne kaldırıp, çevreye yağmur gibi indiren hızlı bir güz rüzgârı, gittikçe şiddetleniyordu.
Kuytu bir yer bulup atından atladı. Dizginleri gevşeterek hayvanın otlamasına imkân verdi. Alelacele heybesinden çıkardığı Osmanlı olduğunu hatırlatmayacak bir elbise giyindi. Saçını topladı. Yerine göre seyyah, tüccar veya gezici bir tabip olabileceği şekilde hazırlandı iyice.
Fazla oyalanmadan atına atladı. Karşılaşabileceği ihtimallere göre kendine sorular soruyor, cevaplarını buluyordu zihninden. Bazen köşeye sıkıştırdığı da oluyor, ter döktürüyordu Doğan Bey’e.
Yeni libaslara tam alışamadığından mı ne rahatsız oldu. Önünün düğmelerini açtı. Pelerinini arkaya attı. Atını dörtnala kaldırdı. Dik yollardan, dar uçurumlardan, sakin ormanlardan geçti. Hedefindeki hanın bacaları görünmeye başladı. Rahat bir nefes aldı. “Vaktinde yetiştim” dedi içinden. Verilen mukaddes vazifeyi herhangi sebepten dolayı yerine getirememe korkusu iliklerine kadar işlemişti. “Ah bu tenha ve vahşi ormanlarda bir çeteye, başka bir düşman grubuna rastlasaydım. Beni öldürselerdi” diye söylendi ürkerek. Başını salladı sağa, sola. “Neler de geliyor aklıma aman yâ Rabbim?” dedi. “Lâ havle…” çekti.
Kendine karşı inanılmaz güveni vardı evvel Allah. Lakin emr-i Hak tamam olmuş olabilirdi. Verilen kutsal vazifeyi yerine getirememe ihtimali vicdanını rahatsız ediyor, ateşten bir azap gibi dimağını yakıyordu.
Gecenin karanlığına inat, hanın küçük pencerelerinden sızan ışıklar, terleyen atının boynunu pırıl pırıl parlattı. Yaklaştıkça han duvarları, aşılması imkânsız uçurum gibi üzerine geliyordu sanki.
Hancı ve hizmetçilerle ahbaptı Doğan Bey. Hangi vakit gelse kolayca içeri girerdi. Her defasında ne yapar, ne eder Doğan’a hep aynı odayı verirlerdi. Bu gece de öyle oldu. Hiç vakit kaybetmeden atını teslim edip, istirahate çekilmek istiyordu. Fena hâlde başı ağrımıştı. Hancının gözünden kaçmadı;
- Çok yorgun görünüyorsun yiğidim, dedi. Doğan Bey, bitkinliğini falan düşünecek hâlde değildi.
- Mis gibi bir uyku çektim mi sabaha bişeycikler kalmaz. Sen atıma iyi bak. Gerisini merak etme.
- Yiğidim, yiyecek bir şeyler hazırlatayım.
- Yok! Sabaha müthiş bir kahvaltıyla başlarız inşallah, deyip, odasına doğru hareket etti...
              ***
“Acaba nereye gitmişti Doğanım? Yüzleri, ruhları, aşları, ekmekleri velhasıl her şeyleri yabancı insanların içinde yalnız başına bir insan ne yapabilirdi?” sorularına mantıklı bir cevap bulamıyor, evhamlı olmaktan da nefret ediyordu. Kendini kötü şeyler düşünmemeye ikna edip, Doğan’dan en son ayrılışlarındaki anı düşündü. Kulaklarında hâlâ o tılsımlı sesin yankıları vardı. “Sakın yalnız başına bir yerlere gitme Sultanım…” Son kelimeyi bir daha tekrar etti; “Sultan'ım…” Sıcak, içten bir muhabbetle sarsıldı Gülşah. Küçük fakat oldukça şirin odasında döndü durdu bir müddet. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.