"Kızım, Gülşah’ım hâlâ uyumadın mı sen?.."

A -
A +
Kendisini topladı Gülşah. Çünkü, her şey yolundaymış gibi davranması gerekiyordu...
 
Her şeyini arkadaşlarıyla güle oynaya diktikleri, işledikleri birbirinden güzel örtü, seccade, perde, ve diğer ev eşyaları hiç umurunda değildi. Oysa bir zamanlar onlarla konuşur, dertleşir, acılarını, sevinçlerini bir arkadaşmış gibi paylaşırlardı. Şimdi küheylanının üzerinde yiğidi, bir sağa, bir sola gidip geliyor, bazen atının dizginlerini çekerek şaha kaldırıyor. Gülşah’a kur yapıyordu. Bu tozpembe hayallerinden annesin;
- Kızım, Gülşah’ım hâlâ uyumadın mı? demesi uyandırdı. Kendisini topladı. Her şey yolundaymış gibi davranması gerekiyordu;
- Yatıyorum. Bir emriniz mi var anacığım?
- Hadi hayırlı geceler evladım. Allahü teâlâ rahatlık versin, diyerek, odasına çekilirken anası, o da Doğan’ın ata atlayıp uzaklayışını seyrediyordu iç âleminde...
        ***
Süleyman Çelebi, son derece üzgün ve bitkin hâlde hane-i saadetine vardı. Her zaman olduğu gibi dış kapı tokmağını üç defa vurdu. Hiç sesini çıkarmadan evinin ışıkları yanan penceresine, oradan da isli tavana benzeyen gökyüzüne baktı. Üşüdü. Cübbesinin önünü ilikledi. Benzinin bozulduğunu, sarardığını, buz gibi olduğunu hissediyordu. Öyle fena olmuştu ki… Titrediğinin farkında ise, daha yeni oldu. “Matlubem beni böyle perişan görmemeli” diye mırıldandı. Metanetini topladı. Üstüne başına baktı. Yanlış iliklediğini fark ettiği düğmeleri çözerek yeniden düzgünce ilikledi. Tekrar sağını, solunu kontrol etti. Biricik refikasına karşı söyleyeceklerini düşünürken kapı açıldı.
Matlube Hanım, pürneşe görmeye alışık olduğu evinin erkeğini omuzları düşmüş, gözleri büzülmüş, rengi solmuş, çökmüş bir vaziyette görünce donakaldı. Ne diyeceğini şaşırdı. Öğleyin evinden gülerek çıkan bu numune insan, gece yarısı bitmiş, tükenmiş olarak dönüyordu. “Acaba harp mi çıkmıştı? Padişah efendilerine mi bişeyler olmuştu? Yoksa, yoksa Allah korusun, Doğan’ından kötü bir haber mi vardı?” Aklına ne geliyorsa hepsi de onu korkutmaya yetiyor ve artıyordu bile. Neden sonra; “Efendi” diyebildi. Daha ileri gidemeden susmayı tercih etti. Süleyman Çelebi de anlamıştı refikasının şaşkınlığını ve korktuğunu. Ama nereden, nasıl başlayacağını bilemiyordu. Zar,zor;
- Selamün aleyküm, evimin Sultanı, diyebildi. Cevabını beklemeden de, kendini toparlayarak açık kapıdan içeri girdi. Matlube Hanım, belli, belirsiz selamını aldı. İdam hükmünü dinleyecek bir mücrim gibi korka korka peşinden kapıyı kapadı, kilitledi. Bir gölge gibi ardı sıra yürüdü.
Ne diyeceğini, ne yapacağını, bilemiyordu Süleyman Çelebi. Gözleri karardı, kulakları uğuldadı. Olduğu yere çöktü.
Matlube Hanım, alelacele bir şerbet yaparak kocacığına ikram etmek istedi. Mutfaktan alıp geldiğinde elinde olmadan odaya giremedi. Bir müddet kapı önünde bekledi. Yan gözle içeri bakınca yürekceğizi hop etti. Süleyman Çelebi, biricik hayat arkadaşı, sedirin dibine yığılıp kalmıştı. Dalgındı. Gözlerini sanki meçhul bir âleme dikmiş, şeyhiyle rabıta hâlinde olan derviş gibiydi. Acaba nasıl davranmalıydı da onu, içinde bulunduğu bu ızdıraptan kurtarabilmeliydi? Kendi mutluluğu, onun huzur ve saadetine bağlı değil miydi? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.