"Ulucami'nin vaaz kürsüsünü ona nasıl müsaade ettim ben!"

A -
A +
Süleyman Çelebi, seccadesinin üzerinde diz çökmüş, gözlerinden yaşlar süzülüyordu...
 
 
Gecenin ilerleyen saatlerinde Karahan’a geldiği vakit Doğan Bey, gün boyu karşılaştıklarını, gördüklerini ve yapması gerekenleri mütalaa edemeyecek kadar yorgundu ve üstelik de başı ağrıyordu. “Herhâlde güneş çarptı” dedi. O gece ateşi yükseldi. Bildiği basit tedavi şekilleriyle sıkıntılarını aşmaya çalıştı. “Bir uyuyabilsem hepsi de geçer” diye düşünüyordu. Kalktı küçük mazgal deliğini andıran oda penceresinden baktı. Şafak atmıştı. Sabah namazına kalkamayacağını düşünerek. “Önce namaz…” diyen hocası Emir Sultan hazretlerinin sesi yankılandı kulağında. Gülümsedi. Hocası aklına gelince gülümsemek kendiliğinden oluverirdi. Çünkü iz bırakan bir hatırası vardı bu olayın.
Her şeyi dert etmesinden mi ne, hep somurtkan görünüyordu. Bir gün mübarek ve muhterem Seyyid Emir Sultan hazretleri de bu şekilde yakalamış, talebelerine dönerek; “Ben gülen insanı seviyorum…” demişti. Doğan bu manevi ikazın kendisine olduğunu çok açık bir şekilde anlamıştı. Bundan sonra da hocasını hangi şartlarda, nerede görse, ismini bir yerde okusa veya duysa mutlaka dudaklarına bir ılık tebessüm yayılır olmuştu. “Onları düşünmek dertlere deva…” İşte ne ağrısı, ne de sızısı kalmıştı.
Yüzünde gülücüklerle abdestini tazeledi. Kendi duyacak şekilde sabah ezanını okudu. Huşu içinde namazını kıldı. Yatağına uzanıverdi. “Fena hâlde soğuk almışım” dedi.
Hanın diğer odalarından yükselen horultulara, uzak köylerden gelen horoz sesleri, köpek ulumaları karışıyordu. Bu gün doyuncaya kadar uyuyacak ve sonra da topladığı bilgilerin mütalaasını yapacaktı. “Sabah ola, hayrola…” derken göz kapaklarına hâkim olamıyordu artık.
          ***
Süleyman Çelebi, seccadesinin üzerinde diz çökmüş, gözlerinden yaşlar süzülerek; “Bütün kabahat benim… Ben ki Ulucami Baş İmamı, hatibiyim. Vaaz kürsüsünü nasıl müsaade ettim böyle birine?.. Nasıl?.. Nasıl?..” diyerek bitmez, tükenmez bir acıyla kıvranıyordu.
Matlube Hanım kapıyı tıkladı. “Girin!..” diye bir ses duymayınca merakla açtı. Bir müddet kocacığını seyretti. “Aman Allah’ım ne yapsam, nasıl yardımcı olsam?” diyerek yanına kadar geldi. Çelebi ruh olmuştu sanki. Ne bir şey duyuyor, ne de söylüyordu. Bir divane gibi aynı şeyleri sayıklayıp duruyordu. “Resûlullah Efendimize hakaret edilmesine ben sebep oldum!.. Ben!.. Ben!.. Yazıklar olsun bana!.. Yazıklar olsun!..”
Matlube Hanım, kulaklarına inanamıyor, dikkatle dinliyordu. Evvela harp çıktı sandı. Zaten ne zamandan beri söylentileri, dedikoduları oluyordu. “Bilmem kaç bin filli, atlı, zırhlı leşker, Acem ülkesini kasıp kavurarak ezmiş, geçmiş Osmanlıya doğru geliyormuş. Gittikleri memlekette canlı namına bir şey bırakmıyorlarmış. Bizans’a yardım edeceklermiş. Miş de… miş!” Ortalıkta dolaşan konuşmalarına inanacak olsa insan, sinirinden iflah olmazdı herhâlde.
Farklı bir derdin sancıları olduğunu, çok geçmeden anladı. Bir patavatsızın hezeyanlarına kahırlandığı aşikârdı. Çelebisini böyle etkileyen, vicdan azabına sokan şey, harpten de beter ve daha tehlikeliydi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.