Atı, arkadaşı, can yoldaşı onun her şeyiydi...

A -
A +
Hancının dizginlerini tuttuğu atını görünce, iç âleminden kopup neşelendi.
 
Doğan Bey eski günleri anlatıyordu: “Hey gidi günler hey!.. Mübarek efendim biz aciz, zavallı talebelerini her yerde, her şartlarda, ne olursa olsun hiç unutmuyorlar. Yâ Rabbi, onları incitmekten beni muhafaza buyur. Onların muhabbetini kalbimde o kadar çok eyle ki, başka sevgilere yer kalmasın...” Daha devam edecekti ki, hancının;
- Beyim, her şey hazır, nidasıyla kendine geldi. “Ne kadar dalmışım?” diye düşündü. Yayını, oklarını, kılıç ve heybesini aldı. Merdivenlerden inmeye başlarken de;
- Ben de hazırım!
Sırtına aldığı pelerinin bir ucu aşağı düşmüş, saçları dağılmıştı. Uykusunu tam alamamasından mı ne, bütün kemikleri kırılmış gibiydi. “Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhani bir yorgunluk bu yâ Rabbim. Kutsal bir dava uğruna yola düşmek, ter dökmek, düşüp, kalkmak, uykusuz kalmak ve gerekirse bu emaneti vermek ne güzel şey” dedi içinden.
Önünde, ne gibi tehlikelerin onu beklediğini bilmiyordu. Hangisi olsa da umurunda değildi. En kötü ihtimali düşünüyor, içinden gülmekten başka bir şey gelmiyordu. O korkulan an, nasıl olsa bir gün kapıyı çalacaktı. Ha bugün, ha yarın ne fark ederdi ki? Ona göre acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, itilip, kakılmanın, hakir ve hor görülmenin pek başka bir lezzeti vardı. Zalimlerin asla hayal edemeyecekleri, ulaşamayacakları, tadamayacakları kişiye göre değişebilen özel bir haz…
Hancının dizginlerini tuttuğu atını görünce, istemeye istemeye altüst olmuş iç âleminden kopup neşelendi.
- Hey be yavrum! Küheylanım, deyip boynuna sarıldı. Parıl parıl parlayan yanağına yanağını koydu ve öptü.
Atı, arkadaşı, can yoldaşı, her şeyiydi. Onunla ne günleri, ne geceleri olmuştu. Sahibini yanında görünce, eşindi. Bir şeyler söyler gibi kişnedi. Sevgi referansları yaptı. Sanki aralarında gizli bir dille anlaşıyor gibiydiler.
Küheylanın kara, iri gözleri, alev alev tutuştu. Yelelerini salladı. Burun delikleri genişledi. Ön ayaklarıyla yerleri kazıdı, şimşek gibi yukarı fırladı, şaha kalktı. Yol istiyordu belli ki… Doğan Bey, dizginleri çekince sakinleşti. Kuzu gibi oldu.
Uzaktan yol hazırlıklarını gören Sarıkız, odasına girdi. Birkaç bohçayla çıktı. Beklemeden, merdivenleri takır takır, bir hamlede indi. Koştu. Ter içinde, nefes nefese geldiğinde, bir babasına, bir de Doğan’a, baktı dik dik.
- Vedalaşmadan mı gidecektin? dedi. Elindekini uzattı titreyerek.
- Sizin için yaptım. Sevdiğiniz şeyler var.
Doğan,
- Olur mu? Elbette Allah’a ısmarladık diyecektim, deyip, uzatılan çıkını aldı. Heybesine yerleştirirken, Sarıkız da koşarak uzaklaştı.
Ardı sıra bakan Doğan Bey;
- Deli kız! Deli kız! Ne olacak, dedi gülümseyerek.
- Ben de, Sarıkız demeyeceğim bundan sonra. “Delikız,” evet “Delikız!..” diyen hancı, kızının hâline katıla katıla güldü, bir müddet.
Doğan Bey de gülümsedi elinde olmadan. Yay gibi kaşlarını yukarı kaldırdı. Hayret edeceği zamanlar yaptığı gibi, yavaş yavaş başını salladı.
- Evet! Evet dünya işte böyle!.. Sevgisiz insan ölü, muhabbetsiz dünya mezarlığa benziyor, vesselam… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.