Yıldırım Han, tebdil-i kıyafetle Emir Sultan Dergâhındaydı!

A -
A +
Cemaat, sohbetin tesiriyle kendinden geçmişti. İçlerinden biri “Allah!” diye haykırdı. 
 
Padişah, tebdil-i kıyafet etmiş, halkın içindeydi. Duygu ve düşüncelerini bizzat kulaklarıyla duyuyor, zaman zaman münazaralara girdiği bile oluyordu.
- Cenâb-ı zül celâl; “Habibim, eğer sen olmasaydın, sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım” dediğinde arz ve sema titrer de, bu fitne, fücur taifesinin kılı bile kıpırdamaz, öyle mi?..
Cemaat, sohbetin tesiriyle kendinden geçmişti. İçlerinden biri aşka geldi, dayanamadı. “Allah!” diye haykırdı. Tekkenin içinde yankılanan ses, bir köşede diz kırmış, boyun bükmüş padişahı bile derin rabıtasından uyandırdı. Yan gözlerle çevresindekilere baktı. Başını eğdi. Kendini, sohbetin iliklerine kadar işleyen, içini ısıtan sıcaklığında erimeye terk etti.
- Biz ki, ceddim Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’dan beri bozulmadan gelen İslâmiyet’le şereflenmekteyiz. Evlatlarımızın da bu yoldan ayrılmamalarını dileriz. Bunun için can feda eder, dalalete düşmüş, aldanmış sapıkların, aramızdaki imanı zayıf kimseleri aldatmasına da müsaade etmeyiz. Edemeyiz. Doğru iman, doğru itikad Allahü teâlânın en büyük nimetidir. Düşmanı da çoktur. Kıyamete kadar da olacaktır. Biz de, evlatlarımız da bu güzelliği korumaya çalışacağız. Ne pahasına olursa olsun…
Yıldırım Han, tüccar kıyafetinde Emir Sultan hazretlerinin dergâhına kadar gelmiş, yüzlerce meraklı mümine anlattıklarını yakinen görmüş olmanın rahatlığıyla ayrıldı.
Bir grup insanın yanından geçerken, iki kişinin konuşmalarına şahit oldu;
- Ulucami’de o, Vâiz-i muazzamın söylediklerini düşünürüm de…
- Düşünürsün de ne yaparsın, laftan gayrı?
Yanındakilere mânâlı mânâlı bakan Sultan, bir başka yöne saptı.
Yeşil boyalı medresenin penceresine sokuldu. Her köşede birer kandil duruyor, geniş alanı aydınlatıyordu.
Padişah, oynaşan ışıkların altında huşu ve hudu içinde oturmuş hoca efendiye ve onu dinleyen talebelerine baktı. Baş ucunda iki şamdan duruyordu. Mihrabın içindeki çimeni halı seccade üzerinde diz çökmüş Molla Fenâri, önündeki sedef kakma rahlesine bakıp bakıp dinleyenlere dönüyor, tebessüm ederek, kibarca anlatıyordu.
“Bir müşkül ile karşılaşılınca mesele, Ehl-i sünnet âlimlerine sorulur. Emir Sultan gibi bir büyüğümüz varken, ne idüğü belirsiz kimselerle oturup, kalkmak, dinî meseleleri öğrenmek ve dahi kafaları karıştıracak fitne çıkarmak da nereden çıktı? Bu ne gaflettir?..” diyordu. Anlatılanlardan etkilenen insanlar, başlarını sallayarak tasdik ediyor, yapılan yanlışlıklara hayıflanıyorlardı.
Halkın kafasını karıştırmak isteyenlere karşı tek vücut olmuştu pay-i taht… Nasihat etmekte, doğruları, bıkmadan, usanmadan herkese anlatmaktaydı eli kalem tutan, dili kelam edenler. Her kesimden bütün Bursalılar ayaktaydı.
Vakit, herkesin üzerine düşeni yapacağı vakitti. Tahammül ile, aklıselim ile ve dîl ehli olanlar gibi, kılıç ehli olanlar da yollara düşmüştü ardına bakmadan… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.