Süleyman Çelebi'nin yine kafası karışmıştı...

A -
A +
Matlube Hanım, kahvaltının hazır olduğunu haber vermeye gelmişti. Çelebisinin rengi soluktu!..
 
Matlube Hanım’ın ikazıyla Süleyman Çelebi’nin aklı başına geldi. Bu günün cuma olduğunu unutmamıştı amma, bir şeyler de hazırlayamamıştı. Konuşacak mecali, söyleyecek lafı kalmamıştı. Kurumuş, taneleri çıkarılmış haşhaş kapsülü gibiydi. Ne yapsaydı acaba? Altı gündür mahpus olduğu bu odacığından, milletin karşısına ne yüzle çıkacaktı?..
Bir hafta boyunca hep bu cuma hutbesine hazırlanmış durmuştu. Lakin bir arpa boyu yol alamamıştı. Kendini, suyu çekilmiş göle benzetiyordu. Ne şiirler yazmış, ne hikmetli lafları kaleme almıştı. Şimdiyse kelimenin tam manasıyla tamtakırdı.
Sabahleyin uyanınca akşamdan kalan, pembe bir çarşaf kadar geniş kâğıtlara yazdıklarını, bir daha okudu. Duygularını tam anlatabileceği bir şeyler bulamadı. Öyle bir şeyler yazmalıydı ki kıyamete kadar ümmet-i Muhammed’in dilinden düşmemeliydi. Allahü teâlâ izin verirse mutlaka bunu yapacaktı. Başka türlü rahat yüzü göremeyecekti yoksa.
Matlube Hanım, kahvaltının hazır olduğunu haber vermeye gelmişti. Çelebisinin rengini soluk görünce;
- Kendini iyi hissetmiyorsan Emir Sultan Efendimize haber vereyim.
- !!!
Bir müddet düşündü Süleyman Çelebi.
- Hay Allah iyiliğini versin sultanım. Şimdiye kadar niye akıl edemedik ki?
- İsterseniz, hemen giderim. Hem bu vesileyle Hundi Sultanımızın mübarek cuma bayramlarını da tebrik etmiş olurum. Hı, ne dersiniz efendi?..
Emir Sultan hazretleri, bu teklifi memnuniyetle kabul etmişti. Hatta bu cuma için kendisi de aynı şeyi düşünmüş, hazırlık bile yapmıştı. Matlube Hanım’la selamını gönderdi ve rahat olmasını istedi.
              ***
Süleyman Çelebi, bir haftadan beri ilk defa dışarı çıkıyordu. Mermer eşiği aşınca gözleri kamaştı. Ne çabuk da güz gelmişti. Durdu etrafa baktı. Her taraf sarı, turuncu gazellerle dolmuştu. At kestanelerinin yol boyunca sıralandığı Ulucami’ye açılan sokak, hâlâ tenhaydı. Sonbahar rüzgârında sallanan dallar, evlerin pencerelerine, serçelerin oynaştığı yosun tutmuş çatılarına sürtüyor, yaprakların dökülmesini hızlandırıyordu. Durmadı. Dökülen gazellerin oluşturduğu yumuşak yastık gibi sokaktan, başı önde yürüdü.
Hanesinden Cuma namazı için çıkan beli bükük bir ihtiyar, elinden tuttuğu torununa nasıl namaz kılınacağını anlatmaya çalışıyordu. Tebessüm etti. “Din nasihattir” hadîs-i şerifini hatırladı. Yapılan yanlışlıkların, bozuk düşünce ve itikatların düzeltilmesi vaaz, nasihat ve sohbetlerle mümkündü. İçinden Allahü teâlâya yalvardı. Yıldırım Han’ın kendine emanet ettiği bu mübarek mabedin kürsüsünden o alçak, şerefsiz, nankör duygu fukarası, edepsize haddini bildirebilme gücü kuvveti, sabrı, sebatı istedi. Elinde olmadan kalbi acıdı. Söyleyecek çok şey biliyor, fakat bir araya getirip beceremiyordu nedense. Bu tıkanıklığını bir atlatabilseydi. Gözleri kararıyor, kulakları uğulduyordu. Yine kafası karışmıştı. Bir türlü sıhhatli düşünemiyordu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.