"Alçaklaaarr!.. Bu memleketi sahipsiz mi sandınız?.."

A -
A +
Matlube Hanım korkmuştu: "Çelebi’m neler oluyor? Kendini de mahvettin, beni de!"
 
 
Süleyman Çelebi, rüya mı, kâbus mu görüyordu!
Eli ayağı bağlanmış, ağzına yumruk kadar bir yumağı tıkamışlar, ne hareket edebiliyor, ne de sesi çıkıyordu. Hurufi ihtiyar, bir deri, bir iskelet kalmış vaziyette yatağının üzerine bağdaş kurmuş, seyrek çürük dişleri arasından ta gırtlağı, küçük dili görünecek şekilde kahkahalar atarak gülüyordu. Ağzından saçılan tükürükler yüzüne, gözüne saçılıyor, ara sıra da saçını, sakalını çekip kopartarak eziyet üzerine eziyet ediyordu.
Etrafı, çoğunu hiç tanımadığı insanlarla doluydu. İçlerinden Erkara’yı hatırladı. Komşusu, aynı zamanda bir bey oğluydu. Hurufi’yle birlikte ne işi olabilirdi? Bir mânâ veremedi ama; “Ondan da her şey beklenir!.. Bak elindeki mızrak gibi şişi, utanmadan, sıkılmadan sağıma, soluma, hatta gözüme sokup sokup çekiyor. Fırsat düşkünü! Hain!” dedi. Asıl bunun yaptıkları kalbini incitiyor, acı üzerine acı veriyordu.
Yüzü kıllardan görünmeyen biri, kocaman çıra kütüğünü döşeğinin altına koydu, tutuşturdu. Alevler yatağı, yorganı, odanın içindeki her şeyi cayır cayır kavuruyordu. Sakalları yanarken gündüz gibi aydınlanmaya başladı etrafı. Çaresizlikten inim inim inliyor, ter döküyordu.
Tek tanıdığı olmasından dolayı Erkara’dan yardım istedi. Cevap vermediği gibi, daha bir öfkelendi. Hurufi’nin arkasına gizlenerek tekme, tokat vurdu. Ağzını, burnunu kan revan içinde bıraktı.
Göğsüne, engerek yılanı gibi çöreklenmiş Hurufi, kalkmak şöyle dursun, oturdukça büyüyor, büyüyor devleşiyordu. Elini, kolunu istediği yere uzatabiliyor, zahmet çekmeden, ter dökmeden, yorulmadan, bulunduğu yerden, kalkmadan tavan arasındakileri bile alabiliyordu. Canlı iskeleti andıran Hurufi’nin göğüs kılları birer mızrak, hiddetle savurduğu küfürleri, birer ok oluyor, beynine saplanıyordu.
Ter, kan içindeyken, hışımla Doğan Bey içeri girdi. Bir darbeyle Hurufi’yi duvara yapıştırdı. Zelzele olmuş gibi her taraf sallandı. Korkunç bir gürültü koptu. Sanki tufan olmuş, dağlar yıkılmıştı. Süleyman Çelebi, haykırmak istedi. Nafile. Nefes bile alamıyordu. Gözlerini kapamak istedi. O da mümkün değildi. Doğan’ın gözleri hırsından ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çelebi de aynı şiddette tekrarladı.
- Alçaklaaarr!.. Bu memleketi sahipsiz mi sandınız?
Ses üzerine yorganı fırlattı. Matlube Hanım da korkmuştu.
- Aman Çelebi’m neler oluyor? Kendine gel! Kendini de mahvettin, beni de!
- Sorma sultanım!. Acayip kâbus gördüm, derken hâlâ zangır zangır titriyordu.
“Heyhat! Artık şirin Bursa’mızda ne huzur dolu, bitmez, tükenmez sohbet geceleri kaldı, ne de evimizin süsü, gönlümüzün dermanı, yiğitlerin serdarı canım, evladım Doğan’ım. Dünyamız, birdenbire altüst oldu. Aman yâ Rabbim! Ne günahlar işlemiştik? Ki daha dün, birkaç gün öncesine kadar hayat ne tatlıydı. Şimdiyse zehir, zıkkım” diye söylenerek odadan çıktı, Matlube Hanım buğulu gözlerle. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.