"Ben de seni bekliyordum hoş geldin Çelebi’m..."

A -
A +
Emir Sultan hazretlerinin talebelerine ders verdiği, hususi bir yerdi burası...
 
Başı önde mahcup yürüdü. Dilinin çözülememesine, kaleminin yazmamasına bir türlü mânâ veremedi. “Bir muamma” dedi. İki tarafı taşlarla yükseltilmiş toprak yollardan, çeşmenin ayağının devamlı akmasıyla rutubetten yosun tutmuş, yer yer hasat artığı buğdayların çimlenmesiyle yeşermiş merdivenlerden çıktı. Yürüdü… Yürüdü… Atların arabalarıyla rahat girip çıkabileceği genişlikteki, iki kanatlı cümle kapısına geldi. Edeple tıklattı. Talebelerden biri koştu. Takır tukur sesler çıkararak, kapıyı araladı. Karşısında Süleyman Çelebi’yi görünce;
- Buyurun efendim. Buyurun hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz, dedi. Geri çekilerek yol verdi, muhterem misafirlerine. Selam verilip alındıktan sonra, bir başka gencin açtığı geniş bir odaya girdiler.
Emir Sultan hazretlerinin talebelerine ders verdiği, onları din ve fen ilimlerinde yetiştirdiği, kimine göre medrese, bazılarına göre ise dergâh denebilecek, kendine has yapı tarzı ve işletmesi olan hususi bir yerdi burası. Fazla abartı ve süslemelerden uzak, talebelerin leyl-i nehar kolay bir şekilde ilim tahsil ettikleri ve geçimleri için çanak, çömlek ürettikleri kendilerine has, nezih bir mekândı. Dış görünüşü itibarıyla kulesi ve burçları olmayan mini bir kaleye benzeyen bu mübarek yer, Bursa ovasına inen geniş yolun üstündeydi. Çevre köy, kasaba ve eyaletlerden gelip geçenlerin mecburen selamlayacakları bir huzur beldesi. Sanki meccani bir han gibi, yolcuların, kervanların menzil noktasıydı. Her gün, her odaya birer sofra kurulur, günde yirmi üç kazan kaynardı. Ekmeği, eti, pilavı, hoşafı eksik olmaz, yedirmeden, içirmeden kimseye yol verilmezdi.
Çeşitli meyve ağaçlarının süslediği iç bahçeyi, bulunduğu yerden rahat bir şekilde seyredebiliyordu Süleyman Çelebi. Bu oda dile gelseydi neler söylemezdi ki? Ne sohbetlere şahitlik etmiş? Ne mübarek kişileri ağırlamıştı?
Yazdığı şiirleri gece geç saatlere kadar burada mütalaa etmişlerdi.
Bir defasında Emir hazretleri çok etkilenmiş olacaktı ki; “Zamanımızın ser şuarası…” demiş, iltifatlar yağdırmıştı. “Şairlerin başı! Şairlerin başı!..” diye mırıldandı mahcup ve üzgün olarak Süleyman Çelebi. Peki bu ketum olmuş hâline ne diyecekti gönüller sultanı?
Dolu olmayanın, yanmayanın konuşamayacağını, yazamayacağını ifade ederdi hep. “Yanmak gerek, yanmak!” sözleri yankılanırken kulaklarında, birkaç talebesiyle Emir Hazretleri teşrif etti. Ümitsizlerin ümidi, biçarelerin çaresi, Süleyman Çelebi’yi karşısında görünce;
- Hoş geldin Çelebi’m. Ben de seni bekliyordum.
- Beni mi?
- Evet.
- Bağışlayın efendim.
- Estağfirullah. Murdar cesedi kadar, beyni de kocamış Hurufi’nin saçmalıklarına ilmî, edebi bir cevap yazamıyorsun.
- Yazmak ne kelime, kahroluyorum efendim.
Allahü teâlânın izniyle kalplerdekini gören, bilen bu müstesna insanın elini öpmek istedi Süleyman Çelebi.
- Kurudum sanki efendim. İki heceyi yan yana getiremiyorum. Kimseye karşı yüzüm yok.
- Cenâb-ı Allah kerimdir. Her şeyi affeder.
- Benim kabahatim, günahlarım çok efendim... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.