İç âlemindeki fırtınaları dinleye dinleye odasına doğru yürüdü...

A -
A +
Ağır adımlarla ve oldukça üzgün, bitik bir şekilde, evlerine doğru yöneldi genç kız...
 
Gülşah, üstün zekâ ve sezgileri sayesinde istikbalde neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyordu. “Sebepleri doğru görebilenin, neticeden şüphesi, tereddüdü kalmaz” diye düşünerek Matlube Hanım’ın odasından çıktı. Ağır adımlarla ve oldukça üzgün, bitik bir şekilde, evlerine doğru yöneldi.
Nişanlandıktan sonra hiçbir işini Matlube Ana’yla istişare etmeden yapmamıştı. O eve girip çıkarken Doğan’ının kokusunu, sesini duyar gibi olur, hiç çıkmak istemezdi. Yine onun hayaliyle, onunla fısıldaşarak bir rüya âlemindeymiş gibiydi.
- Gülşah! sesiyle irkildi. “Bu da kim?” dedi içinden. Büyümüş gözlerle sesin geldiği tarafa baktı. İncir ağacının arkasında kara yüzlü, kara kalpli Erkara’yı gördü. Alnının tam ortasından burnunun ucuna kadar çekilen çizgi, ince bir iplik gibi açık ve net bir şekilde hâlâ belli oluyordu. O geceyi hatırladı. Gülmemek için kendini zor tuttu. Kaşlarını çattı, ciddileşti iyice.
- Üzgün olduğunu bilirim. Lakin metin olmalısın… Bugün esaret haberi geldiyse… Allah korusun belki de yarın…
Erkara’nın sözünü kesti Gülşah.
- Takdir-i ilahi neyse, o olur. Ölse de, kalsa da herkes şunu iyi bilsin ki…
Erkara, merakla ne diyeceğini beklerken, gözü de herhangi bir yerlerden karşısına çıkabilecek genç delikanlıyı arıyordu.
- Doğan cihandır. O, benim dünyamdır!
Bir şamar gibi suratına patlatılan kelimelerden sonra da dönüp, sert adımlarla yürüdü. Erkara, boş gözlerle baktı, durdu…
Gülşah, ikide bir önüne çıkan bu yüzsüz adama, hiçbir ümit vermemiş, verecek harekette bulunmamıştı. Ne diye durmadan rahatsız ediyordu? Sonra nikâhlanmış bütün sebeplere yapışmıştı. Bile bile karşısına çıkması zulümdü, işkenceydi, edepsizlikti. Hepsinden de öte meydan okumaydı bu, babasına, Doğan Bey’e ve bütün namuslulara.
Canım, Doğan’ım, bir görse veya duysa ne yapardı o nasipsizi? Erkekler işe karışıp, bir beyler savaşına dönüşmemesi için elinden geleni yapıyor, bağrına taş basıyordu. Bugüne kadar Sultan anası, Paşa babası hiç şüphelenmemişti. Çünkü kızlarına çok güveniyorlardı. Ona yaklaşacak erkeğin vay hâlineydi!..
Gülşah, hayallerine dalıp gitmişti.
Önünde karlı dağlar, çamlı tepeler, yemyeşil uzayıp giden çayırlar, tarlalar büklüm büklüm yollar, sarp kayalar, kervan geçmez, kuş konmaz vahşi uçurumlar, daha neler neler vardı? Hepsi de bir çırpıda geldi, geçti aklından.
Bu vahşi dünyanın içinde bütün gücüyle hainlerin, hırsızların, yankesicilerin, yol kapatıcıların, ırz ve namus düşmanlarının ve bütün eli kanlı, bıçaklı zalimlerin haddini bildiriyor, murdar, pis suratlarını çamurlara, karlara, her biri birer hançer gibi olan kara, kızıl taşlara sürtüyordu. Ah müsaade etselerdi, uygun olsaydı hiç durmaz gidip, kötülerin cezasını kendi eliyle verir, mazlumların intikamını alırdı hiç şüphesiz. Ah ki, ne ah! Maalesef düşündüklerini tatbik etmeye imkân yoktu. Ne ailesi ne de Doğan Bey buna razı olurdu.
İç âlemindeki fırtınaları dinleye dinleye odasına doğru yürüdü. Yüklükten mis gibi lavanta kokan, tertemiz yatağını çıkardı. Sedire sardı. Geçti kenarına ilişti. Hiç uykusu yoktu... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.