Can havliyle ayağa kalktı boğazını kontrol etti!..

A -
A +
Derin derin nefes alıp verdi. Bulunduğu yerde döndü, kıvranıp durdu. Ter içinde kalmıştı Çelebi...
 
İşte Ulucami-i şerifteki imam odasının halılarına düşüp kalmış yine Çelebi... Birkaç kılıçlı asker, yaka paça tutmuş saraya götürüyorlar. Süleyman Çelebi, her ne kadar da; “Benim o makama çıkacak yüzüm yok!” dese de kimseye laf geçiremiyordu. Yüzlerce kalabalığın avazı çıktığı kadar bağrışmaları, haykırmaları, arasından tekme tokat yiyerek sürükleniyordu. “Beni bırakın! Beni bırakın!” diye feryadı figan ediyor, sesini kimseciklere bir türlü duyuramıyordu.
Derin derin nefes alıp verdi. Bulunduğu yerde döndü, kıvranıp durdu. Ter içinde kalmıştı.
Askerler, neden sonra, sürüklemeyi bırakıp, saygıyla bir noktaya baktılar. Parlak bir ışığın içinden, avını parçalamaya hazır, kükremiş bir aslan gibi, gözleri alev alev, kaşlarını çatmış, burun delikleri körük gibi inip, kalkar vaziyette Yıldırım Han çıktı. Hiddetle, hışımla Süleyman Çelebi'ye baktı.
- Yazıklar olsun sana Süleyman Çelebi!..
Süleyman Çelebi, çok şaşkın, hayretler içinde inleyerek, cılız, titrek bir sesle mırıldandı.
- Sultanım?!. Hanlar Hanı Yıldırım Beyazıd Han’ım…
- Bak bir de konuşuyor utanmaz, arlanmaz adam!.. Senin yaptığına emanete hıyanet denir. Bre edepsiz!.. Münkir, münafığın tuzağına düşmek ne büyük bir gaflettir. Helâl akçelerimle inşa ettirdiğim bu mabette, müminler rahat ibadet etsinler, ben faniyi de dualarında unutmasınlar diye ümitlenirken, Ulucami kürsülerinden güzel nasihatler yerine fitne, isyan çığırtkanlığı yapılırmış. Yazıklar olsun sana Süleyman Çelebi!.. Yazıklar olsun!.. Yarın mahşerde iki elim yakanda olacak!.. Yakanda olacak!..
Sanki hakiki bir el gırtlağını sıkmıştı. Can havliyle ayağa kalktı. Boğazını kontrol etti. Öksürdü, geğirdi. Başı kazan gibi olmuş, gözleri kan çanağıydı. Yavaş yavaş etraf karardı. Emîr Sultan’ın çömlekçi atölyesindeki tezgâhların birinin üzerindeymiş gibi çeviriyorlardı. Düşmemek için dizleri üzerine çöktü. Ellerini yere dayadı. Ter içinde sırılsıklamdı. “Lâ havle…” çekti. Derin derin soluklandı, birkaç defa. Kendine geldiğinden emin olduktan sonra da kalktı, câminin içinde dolaşmaya başladı. Mihrabı, minberi, vaaz kürsüsünü ağlayarak okşadı. Âdeta onlardan özür diliyor, bazen de dertleşiyordu.
“Yıldırım Han’ın yadigârı ey kürsü, dile gel konuş!.. Anlat cemaate benim masum olduğumu. Ey kürsü, niçin böyle gaflete düştüm, bilemiyorum? İçim yanıyor ve hâlâ bir şey yapamıyorum” diyerek acıyla gözyaşı döktü...
              ***
Bir gün önce yağan yağmurun yer yer oluşturdukları göletlerin etrafından dolaşarak yürüdü Erkara ile Aşır. Sisli hava, bulutlu, karanlık gökyüzü, kerpiç ve taş binaların üzerine bir hayalet gibi çökmüş, şehrin sessizliğine acı bir hüzün veriyordu.
Her şey yolunda görünse de içten içe bir kurt kemiriyor, rahat bırakmıyordu Erkara’yı. Kaba bıyıklarını bükerek gökyüzüne baktı. “Ne zaman açacak? İçimi karartıyor” diye söylendi kendi kendine. Servilerin sıralandığı bir kabristanın duvar dibinden konuşarak yürüdü, altı kesme taşlarla örülmüş, üstü ahşap, iki katlı, yeni yapılmış bir binanın önünde durdular. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.