"Kripto’nun katili olan o canavar burada hapsediliyor Prensesim"

A -
A +
"Yüksek emrinizin gereği yapıldı şövalyem. Uyumuyor ama baygın efendim."
 
Zindancıbaşı ile Maria, iki kat kalın demir parmaklıklarla özel olarak korunduğu her hâlinden belli olan bir bölmeye geldiler.
- Burası neden böyle farklı?
- Prensesim, Kripto’nun katili olan canavar Osmanlı burada hapsediliyor. Muhterem pederinizin emriyle hususi korunuyor.
- Aa! Kripto’nun katili ha! Kimmiş o alçak? Aç kapıyı da yüzüne tüküreyim. Ayaklarımın altına alıp tepineyim!.. O dünyanın en kıymetli insanını öldürmek ne demekmiş göstereyim. Gözünü oyup eline vereyim. Çabuk ne bakıyorsun hâlâ!
Zindancıbaşı, kutsal bir emri yerine getirir gibi saygıyla ileri fırladı. Elindeki kalın anahtarlıkla parmaklıklara kuvvetlice vurdu birkaç kez. Yan taraftan hantal, siyah demir kapı cızırdayarak açıldı. Ayı gibi iriyarı kılların içinde kaybolmuş biri, homurdanarak çıkıp geldi. Zindancıbaşını karşısında görünce ezildi, büzüldü, ufaldıkça ufaldı. Sanki o dağ gibi adam gitmiş, sünepe biri gelmişti.
- Buyur şövalyem. Bir emriniz mi var?
Zindancıbaşı, kendine iltifat eden, saygıda kusur etmeyen bu adamın yanında bulunmaktan büyük bir zevk aldı, böbürlendi. Maria’ya karşı hava atabilecek bu durumu sonuna kadar kullanmak hoşuna gidiyordu.
- İçerideki daha uyuyor mu?
- Yüksek emrinizin gereği yapıldı şövalyem. Uyumuyor ama baygın efendim.
- Çekil önümden geçeyim! dedi Maria. Zindanın bu en merak edilen adamının bulunduğu hücreye doğru yürüdü pervasızca. Zindancıbaşı ve iriyarı bekçi de kılıçlarını ellerine alıp iki adım peşinden takip ettiler. Ayaklarından ve kollarından bir mandanın bile çekip koparamayacağı kalınlıktaki zincirlerle bağlanmış, her akşam sabah kırbaçlanarak işkence üstüne işkence edilen Osmanlı yiğidinin bu hâlinden bile korkuyorlardı. Yedi başlı, dokuz canlı demişlerdi ya. Neme lazım, birden kalkıp üzerlerine hücum etse ne yapabilirlerdi ki?
Maria, alacakaranlık, toz toprak ve kesif küf kokusu olan bu yerde daha ileri gitmekten çekindi. Lakin bu kadar yaklaşmışken o canavarı görmeden, yüzüne tükürmeden geri dönmek istemiyordu. İnsanın burun deliklerini yakan bu pis kokulara dayanılacak gibi değildi. “Hiçbir şey yapılmazsa da burada bir insan birkaç gün içinde ölür” diye düşündü.
Cılız çıraların aydınlattığı izbe bir köşede hayal meyal yerde ceset gibi yatan iki insan gördü. Sebebini bilemeden heyecanlandı. Kalbinin küt küt atışını duyuyordu. Elini göğsüne koydu. “Ben, Kâbus’un kızı Maria. Osmanlının ölüsünden de mi korkuyorum yoksa?” dedi içinden. Derinden nefes alıp verdi. İradesine hâkim olmaya çalıştı. Onu hemen peşinden takip eden şövalye, ikaz etme ihtiyacı duydu. Fazla yaklaşmaması gerektiğini ısrarla tembihledi.
- Sakın ha yaklaşmayın Prensesim!
- Ben ne yapacağımı biliyorum, dedi. Zindancıbaşının elindeki kılıcı alarak iyice sokuldu. Ucuyla yüzünü örten, kurumuş kanlarla kaskatı kesilmiş paçavrayı ittirdi.
- Aman tanrım!  diyerek bir çığlık attı! Şövalye ani bir hareketle ileri atıldı.
- Prensesim hayırdır!.. Bişey mi oldu? Niçin korktunuz? Keşke getirmeseydim bu ejderhanın yanına! DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.