"Öfkeli insan hikmet ehli olamaz Çelebi’m!"

A -
A +
Gönüller Sultanı gülerek ona doğru geliyordu. Ayağa kalkmak istedi, kalkamadı...
 
Düşüncelerini açıkça söyledi Üryan:
- Şimdi dilediğiniz gibi hareket etmeye serbestsiniz. Sizden sorumlu tek kişi benim. İsterseniz kaçalım. Neyi, nasıl düşünüyorsanız bilin ki hepsine de varım sonuna kadar.
- Senin samimi olduğuna inancımız tam karındaşım. Maksat bizim kaçıp kurtulmamız değil. Kaçıracaklarımızla birlikte kurtulmamız ve Bursa’ya eli boş dönmememizdir. Her gün ayrı bir yeri, şatoyu, çevreyi ve geliş, gidiş yollarını iyice inceleyelim, planlarımızı sağlam yapalım. Gerisi… Gerisi kolay diyen Doğan Bey’i can kulağıyla dinleyen Boğa Hasan, müsaade istedi ve düşüncelerini açıkladı.
- Padişah efendimizin bu hadiseden mutlaka haberi olmuştur. Tiz zamanda mutlaka destek gelecektir. Onları bekleyelim. “Ne olur ne olmaz?” hesabıyla uyanık olalım ve kollayalım.
“Bugün ne güzel bir gün… Bu arkadaşlar ne hoş insanlar. Bu uğurda mücadele etmek, yorulmak, düşüp kalkmak ve hatta gerekirse can vermek ne güzeldir. Kim bilir?” diye içinden geçiren Doğan Bey, Hocası Emir Sultan’ı görür gibi oldu karşısında, güldü edeple...
                                 ***
                SONU GELMEZ ACILAR
Tertemiz mis gibi lavanta kokan minderde kıvrılmış tekir, mırıl mırıl uyuyordu. Yazı masasında kafasını iki eli arasına almış, nefsini sorgulayan Süleyman Çelebi’nin, muhakemesi durmuş gibiydi.
Acaba ne yapsaydı? Emîr Sultan hazretlerinin buyurduğu gibi tam yanamıyor muydu yoksa? Mala, cana gelen her sıkıntının, ruha derman olacağı ilahi kaidesini, adı gibi biliyordu. İllet, kıllet, zillet gibi nefse ağır gelen üç şeyden birinin veya birkaçının zaman zaman her mümini yoklaması ne büyük saadetti.
“O cuma gününden beri Bursalıların yüzüne alnı açık, yüzü ak olarak bakamıyorum. Nice dost ve ahbaplarım tarafından hor ve hakir görülüyorum. Neredeyse bir deri, bir kemik kaldım. Başım ağrıyor, hafızamı bir türlü toparlayamıyorum. Civan yeğenim, evladım, Doğan’ım, azgın kâfirlerin elinde öldü mü, kaldı mı tam bilemiyorum? Bu kadar musibet beni, bana getiremeye yetmedi hâlâ. Aah!.. Süleyman Ahh! Başına taşlar yağsa az bile!..” diye inlerken, iki damla gözyaşı, kızgın kora düşer gibi cız, diyerek yürekceğizini yaktı. Yine hıçkırmaya başladı. Evet, ağlamaktan başka çaresi yoktu. Nereye gitse, ne etse bu ızdırap onun yakasını bırakmayacaktı. Bir şeyler yapmak istiyor, fakat hamle yapacak kuvveti kendinde bulamıyordu. Oraya bir post gibi yığıldı.
Bir gün düşündüklerini yazabilecekti. Ama o bir gün, ya çok uzaktaysa? Hıçkırırken sarsılıyor, bu gayriihtiyari hâlden, büyük bir ayıpmış gibi utanıyordu. Kendini toparlamaya çalışırken, sanki kulakları yeni açılmış gibi Emîr Sultan Hazretlerinin yüreklere su serpen sözlerini duyar gibi oldu. Uğultuyla birlikte yüzünü serinleten bir rüzgâr esti sanki. Gönüller Sultanı gülerek ona doğru geliyordu. Ayağa kalkmak istedi, kalkamadı. Sesi, dalga dalga ruhunu okşuyordu.
- Öfkeli, kızgın insan hikmet ehli olamaz Süleyman Çelebi!.. Sabır ve sükûnet ile Allahü teâlâya sığınıp münacat etmek lazım gelir ki, aslolan budur…
Soluk yüzü boncuk boncuk ter içinde, gözleri kapalı inledi.
- Bilmem ne yapmak, gerek muhterem efendim?
- Yanmak gerek Çelebi’m!.. Yanmak gerek!.. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.