“Uzak Şark'tan Çakır Vezir diye biri geldi!"

A -
A +
“Gayet mühim, fevkalâde önemli ve özel şeylermiş anlatacakları Devletlû Sultanım.”
 
Her sabah olduğu gibi erken kalkan Yıldırım Han, sarayın üst katındaki odasından açık yeşil kaftanının düğmelerini ilikleyerek eyvana çıktı. Kocaman nohudî kavuğunun altında daha bir iri görünen ağır başını mutlulukla sağa sola çevirdi. Az da olsa tek tük ak düşmüş sakalını sıvazladı iş olsun kabilinden. Gür siyah kaşlarını kaldırdı. Parlak kara gözleri huzur saçıyor, devamlı gülüyordu. Alabildiğine ufukları seyretti mutlulukla. Kış uykusuna hazırlanmaya çalışan sisli ovaya, sararmış mahmur bahçeye ve oradan da odanın camında akseden kendi cemâline takıldı, tebessüm etti.
Kırk yaşlarını geride bırakmıştı. Sağlıklı, boyu uzuna yakın, buğday benizli, kumraldı. Siyah yay kaşların altındaki iri kara şahane gözleri, ortası dik iri burnu, yer yer kırlaşmış gür kıvrık sakalı ve bir ucu iki kürek kemiğine kadar uzatılmış dilimli kavuğu, sırtında kenarları samur kürkü ile çok heybetli görünüyordu. Misk-i amber kokan, güvercin göğsü gibi yanardöner kadife kaftanı parıl parıldı.
Yüzünü dışarı, bahçeye çevirip mühim misafirini bekleyen biri gibi etrafını süzdü iyice. Her varlığa ibretle bakar, tefekkür etmeyi severdi. Mermer kafesli cumbadan, çalışanları görünce biraz daha ileri çıktı. Mini mini bir çiçek ve meyve ağacı ormanına benzeyen bakımlı bahçede, nedimeler, hizmetçiler sağa sola koşuşturuyordu aceleyle. Duvarlarından aşan güz çiçekleri, vızıldayan arılar, taş kaldırımlarda kaçışan kediler, saçakların ve duvar oyuklarının sahibi serçeler, kırlangıçlar, sanki güneşin ilk ışıklarını selâmlarcasına cıvıldaşarak uçuyor, kaplarına sığmıyordu. Hâlinden memnun, istikbâlinden emin padişah, tebessümle seyrettiği bu eşsiz güzellikler için Rabbine şükretti. “Elhamdülillah!..” dedi. Mesut ve içi huzur doluydu…
Yıldırım Han, çalışkanlığı, cengâverliği yanında oldukça akıllı bir hükümdardı da. İlerlemeyi, hamle üzerine hamle yapmayı, ilmi, âlimleri çok sever, tebaasının müreffeh yaşaması için elinden geleni yapardı. Bunun için memleketin hiçbir şehir, kasaba ve köyü medresesiz, camisiz, yolsuz, susuz bırakılmamış; her bir köşesi binlerce el yazması kitabın bulunduğu kütüphanelerle donatılmıştı. Osmanlı ahalisi haklı olarak Sultan’larıyla övünüyor, sevip sayıyor, bir dediğini iki etmiyordu. Kavga gürültü çıkıp mahalle, köy ve kasabaların huzuru bozulmasın diye çok âdil kadılar yetiştirmiş ve işinin ehli idarecilere vazife vermişti. Rüyalar âlemindeymiş gibi sıkıntısız geçip giden bu yükselme devrinde, herkes kendi işinde gücünde, gönlünce çalışıyor, helâlinden kazanıp dilediği gibi harcıyordu.
Bir gün hesapta olmayan şeyler oldu. Surlarla çevrili sarayın nihayetsiz güzelliklerle dolu bahçesindeki mermer köşkte tefekkür ederken huzuruna lalası girdi. Destur istedi:
“Devletlû Sultanımız!
“Beri gel Lalam.”
“Uzak şark diyarından ‘Çakır Vezir’ namında biri geldi. Yüksek katınıza maruzatları varmış.”
Yıldırım Han üstün dehâsı, tecrübesi sayesinde ne olabileceğini az çok tahmin ettiyse de…
“Şimdiye kadar böyle telaşlı görmemiştim. Nedir bu hâl lala?”
“Benim de tuhafıma gitti efendim. Telâşım ondan olsa gerek!”
“?!..”
“Gayet mühim, fevkalâde önemli ve özel şeylermiş anlatacakları Devletlû Sultanım.” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.