Yıldırım Han, kılıçla değil mantıkla çözüm arıyordu

A -
A +
“Hülâsa, gözü kara, bileği güçlü, korkusuz bir yiğit lâzım beyler, paşalar…” 
 
Padişah, yalnız kalmak istediğini söyleyip huzurundakileri çıkarttı ve derin düşüncelere daldı. “Ne kadar güçlü olursan ol, yine de kaba kuvvet aklın yanında hiç kalır” diyerek kılıçla değil, mantıkla bir çözüm peşindeydi o. “Fakat aklı olmayan, ölümden, yenilgiden korkmayan bir adama baş eğdirecek vasıtalar ne olabilirdi?” sorusunun sıhhatli cevabını bulamıyordu bir türlü.
Hırsından sağa sola gezinerek hayal etmeye başladı geçmişini ve geleceğini. Daldı gitti. Derin uykularda görülen tarif edilemez rüyalar gibi, şehzadeliği, muhterem validesi, pederi ve ömrünün çoğunu yanında geçirdiği ilk hocası, lalası gözünün önüne geldi. Birkaç sene önce hakkın rahmetine kavuşan o ak sakallı, babacan, manevi ilimlerde âlim, fen ilminde bilge adamı hiç ama hiç unutamıyordu. İlk dersini, simasını, gür ve ruhları okşayıcı sesini duyar gibi oldu.
Kalbinin derinliklerinden gelen bir ses; “Kostantiniyye fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır” diyordu defalarca. Bu uhrevî ses kulaklarını doldurarak sanki bütün Bursa’yı kuşatır gibi oldu. Bu yaratılmışların en güzeli, sevgili ve şerefli Peygamberimizden bir müjde, vazgeçilmez hedef, kafasına derince kazılmış bir idealdi onun için. Daha neler, neler hatırlamadı ki… “Sanki hiç yaşanmamış bir düş, kocaman ömür…” diyerek derin hayallerinden uyandı. Anlatılamaz bir ağırlık ve yorgunluk vardı üzerinde. Hareme geçip istirahat etmek istedi. Kaftanını toparlayarak kalktı.
“Evet, madem asıl hedefimiz Kostantiniyye’yi fetih… Ona mâni olacak tehlikeleri daha büyümeden, şimdi bertaraf etmeli. O bizi tutuşturmadan, biz o Timur denilen adamı öldürmekten beter etmeliyiz” diye düşünen Yıldırım Han, sırma perdenin arkasında birer gölge sessizliğinde bekleşen hizmetçilere döndü;
“Haber salın. Yeşil odada toplantı var. Hemen bugün!” emrini vererek haremine geçti.
            ***
Geniş kubbeli, yeşil çinilerle bezeli ferah divan, bugün daha bir hareketli, daha bir kalabalıktı. Pencerelerinden süzülen mavi, kızıl, limon sarısı aydınlık, çinilerinin nefti derinliklerinde birikiyor, yakuttan yıldızlar gibi ışıl ışıl parlıyordu.
Kabartılmış kaz tüyü şiltelere kimi bağdaş kurmuş, kimi diz çökmüş vezir, bey, paşa ve ulemadan devlet adamları edeple önlerine bakıyor, verilen bilgilere şaşıyorlardı. Ak düşmüş sakalını eliyle tutan Gâzî Evrenos Paşa’nın kederden mi, yoksa ilerleyen yaşından mı nedir, iyice büzülmüş gözleri, çok uzak, pek derin şeyler hayal ediyor gibi dalıp dalıp gidiyordu. Neden sonra toparlanarak:
“Hülâsa, gözü kara, bileği güçlü, korkusuz bir yiğit lâzım beyler, paşalar…” dedi ve oradakilerin tek tek tepkilerini beklemeden sözüne devam etti:
“Bize ulaşan bilgileri daha önce sizlerle paylaşmıştık. Padişah Efendimiz de açıkça söyledi. Gizli, saklı bir şey kalmadı. Onun altınlara, elmaslara boğulan süslü askerleri, her biri bir bölük nefere bedel azgın filleri bizim için hiçbir şey ifade etmez. Haçlılar da sayılarına, servetlerine güveniyordu. Ne oldular peki? Padişahımıza sığınan şah, vezir ve beylerin anlattıklarına inanmazlık olmaz. Lâkin olup bitenleri bir de yerinde görmek, bizzat şahit olmak âdetimizdendir. Osmanlı hiçbir zaman başkalarının ‘tuzsuz’ dediği çorbasının tadına bakmadan tuz ekmemiştir aşına. Muvaffakiyetinin temelindeki sır da belki bu hususiyetinde gizlidir.” DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.